Depremin ilk saatlerinden itibaren uzun süre deprem sahasında görünmez olan devletin nerede olduğunu soruyoruz. Yıkıntıların altından yükselen inleme sesleri, enkaz çevresinde çaresizce yakınlarını kurtarmak için bekleşen insanlar hep bir ağızdan “nerede bu devlet?” sorusunu sordular. Aktif muhalefet yürüten bütün politik çevreler de halkın feryadını onaylar biçimde “devlet deprem bölgesinde yok” iddiasını tekrarladılar. Özellikle depremin ilk üç günü asker-polis-AFAD-Kızılay sembolik girişimler dışında varlık göstermedi, gösteremedi. Tüm bu yaşananları “devletin yokluğu” üzerinden konuşmak yerine devletin varlık sebebini konuşmak belki daha faydalı olabilir. Zira depremde ortaya çıkan yıkıntıların öncesi ve sonrasında devlet fazlasıyla vardı.
AKP-MHP’nin “devletimiz güçlüdür” sözü yalan ya da yanlış değil. Deprem sabahı yardım için yollara çıkan insanları geri çeviren, dayanışma kamyonlarını alıkoyan devletin güçlü olmadığını kim iddia edebilir ki? K. Maraş Pazarcık Kaymakamının, cemevine kayyım atadığını ve HDP’nin topladığı bütün eşyalara el koyduğunu söylerken “güçlü devlet” imajı verdiği de ortada. Kaymakama sorulan “Halk ölürken neredeydiniz?” sorusu haklı bir soru olabilir ama sosyal devlet olmayı değil, militarist devlet olmayı tercih eden bir zihniyet için deprem yıkımını engellemek ve yıkıma anında müdahale etmemek güçsüzlük göstergesi sayılmaz.
‘78 Maraş katliamında, ’93 Sivas katliamında, 2015 Suruç ve Gar katliamlarında devletin “görünmez olma yeteneğini” görmüştük. Ama gören gözler için devlet oradaydı, Maraş katliamını yapanlar milletvekili, bakan, müsteşar olarak sonraki yıllarda devleti temsil ettiler. Sivas katliamı sanıklarını savunanlar, asker-polisin oteldekileri değil, oteli yakmaya çalışanları korumasını temin ettirenler, gene sonraki yıllarda devlet ve hükümetlerde önemli görevler aldılar. Benzer bir şekilde, Suruç ve Gar katliamlarında, bombacılara yol verenler, bombacıları eğitenler ve hatta bizzat bombacı olacak olanlar cezasızlık zırhıyla korundular. Hülasa devlet bazen zımnen vardır; Kanlı Pazar’da NATO gemilerine karşı secde, Batman’da satır, Ankara garında biber gazı…
Enkaz yığınlarının etrafında her ne kadar devlet görünmemiş olsa da, çarpık kentleşme politikalarıyla başlayan, çürük yapıları ruhsatlandırmaya kadar varan ve en sonunda depremle enkaza dönen sürecin tamamında devlet vardı. Depremde çökmüş olan her bir bina devletin güçsüzlüğünün değil, tercihinin bir sonucu. Nitekim yıkıntılardan canlı çıkma ihtimali azaldığı anda deprem alanında çalışan biz “başıbozuklar” devletin “acı gücünü” gördük. Dolaysıyla depremde kitlesel ölüme yol açan “devletin yokluğu” değil, var olma biçimiyle alakalı olduğu fikrinde ısrarcıyım.
Devletin var olma biçimi yıllardır halkın yok olma (ölme) biçimini belirledi. 1999 Marmara depreminin hemen sonrasında iktidara gelen AKP’nin inşaat sektörü üzerinden kurduğu rantçı ekonomik sistem, “insanca yaşanabilecek” konut yapma fikrinin tam tersi, yatırım aracına dönüşen lüks konutlar üretti. Ev fiyatlarının ve kiraların astronomik rakamlara ulaştığı koşullarda milyonlarca boş konut ve evi olmayan milyonlarca insan yarattı. Ekoloji, deprem ve sosyal adalet tartışmaları yürüten meslek örgütleri, sendikalar, partiler “kalkınmanın önünde engel terörle iltisaklı marjinal gruplar” olarak mimlendi. AKP kendisini bir şirket, başındakini CEO olarak konumlandırırken, inşaat tröstlerinin isteklerini ikilemeden yerine getirmek üzere “garson devleti” inşa etti. Beşli Çete’ye ve irili ufaklı binlerce inşaat şirketine “garsonluk” yapan AKP’nin hizmet karşılığı bahşiş alması bu koşullarda “doğal” bir durum olsa gerek!
Parkların, bahçelerin, deprem toplanma alanlarının imara açılması, denetleme yönetmeliğinin istisna maddelerle kevgire dönüştürülmesi ve fay hatları üzerine yüksek katlı bina izinleri deprem süsü verilmiş toplu katliamının adımlarıydı. “Beton mikserinin sesi bana ninni gibi geliyor” diyen Çevre Bakanı, kel kafasını elleriyle kapatarak deprem müsameresi yapan İçişleri Bakanı ve “ülkeyi büyük bir şantiyeye çevirdik” diyen Tek Adam! Görüldüğü gibi; Ölümlerden ölüm beğenmek için devleti yönetenler halka birçok seçenek sunuyor.
Depremin ilk üç günü ortalıkta görünmeyen devletlûların, depremi “Allah’ın bir lütfu” olarak görerek hareket edeceklerini herkes tahmin etmişti ve öyle de oldu. Zurnanın son deliği üç-beş müteahhit tutuklama, şova dönüşen “hayırseverlik” gösterilerinin ardından büyük inşaat projesi “müjdesi” verildi bile. ’99 Marmara depremi sonrası yaşanılan süreci tekrar etme niyetleri alenen ortada. Saray Rejimi’nin planı, gayesi ne olursa olsun, 7,8 şiddetinde deprem sadece şehirleri yıkmadı, siyaset meydanında taşları yerinden oynattı. Hatay’da enkaz yığının üzerine dikilmiş bayrak fotoğrafı yirmi yılı tek karede özetliyor. Halklar olarak bir yanımız enkaz altında olsa da, deprem sonrası ortaya çıkan dayanışma ruhu Saray için hiçbir şeyin eskisi kadar kolay olmayacağını gösteriyor.