Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır. Devlet siyasal bir birliktir. Bunun için her şeyden önce çağımızda devlet kuran uluslar, bireylerin tek tek gerçekleştiremeyecekleri eğitim, sağlık ve güvenlik gibi hizmetleri tek elden yürütülmesini sağlarlar. Örneğin eğitim bakanlığı, söz konusu ülkede kurulan devlette nesillerin dil, tarih birliğini sağlar. Halka hizmet için oluşturulacak tüm kurumlara liyakatli, yani eğitimli kadrolar yetiştirir.
Sağlık bakanlığı, kurduğu sağlık ocakları, klinik ve hastanelerle halkın sağlık ihtiyacını öncelikle parasız sağlamakla mükelleftir. Güvenlik ihtiyacı çok daha geniş bir örgütlenmeyle sağlanmaya çalışılır. Örneğin adalet bakanlığı, içişleri bakanlığı, savunma bakanlığı, dışişleri bakanlığı içerideki ve dışarıya karşı güvenlik içindir.
Ancak modern devletlerdeki asıl örgütlenme şeması; yasama, yürütme ve yargı organlarında zirveye ulaşmıştır. Nitekim ülkelerde bu yüzden parlamentolar olur. Söz konusu parlamentolar yani yasama organları yasa yaparken; seçilmişler içinden başbakanlı ya da başkanlı hükümetler oluşturulur ki, bunlara yürütme organları denir.
Yasama ve yürütme organlarını dışarıdan bir gücün denetlemesi gerekir ki, buna yüksek yargı organları deniliyor. Mesela bu organlar bizim devletimizde Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay’dır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, 1923 yılında kuruldu. Önceleri başbakanı olan hükümetler eliyle yönetildi. Son iki dönemdir de bir nevi başkanlık sistemi söz konusu. Başbakanın yürütme organının başı olduğu dönemlerde yüksek yargı organları denetleme işlevini bir yere kadar yerine getiriyordu. Son yıllardaki halimiz ise malum.
Sistem ister başbakanlı, isterse başkanlı olsun, halk siyasi partiler eliyle örgütlenip ülkeyi yönetmeye talip olur. Siyasi partiler, seçim kampanyalarında “Ülkeyi en iyi biz yönetebiliriz”, “Size en iyi biz hizmet ederiz” iddiasıyla seçmenden oy isterler.
Seçimi kazanıp iktidara gelen bir ya da birkaç partinin ülkeyi yönetmesi demek, ülkede doğrudan ve dolaylı vergilerle oluşan bütçedeki parayı, insanlara hizmet adına harcamasıdır.
İktidara gelen parti ya da partiler koalisyonu, her yıl toplayacağı vergiyi ve bunu hangi kalemlerde nasıl harcayacağını meclise getirir ve orada vekillerin yani halkın temsilcilerinin onayına sunar.
Parlamentonun da onayını alan bütçe, iktidar tarafından harcanır. Bütçeden verilen maaşlar, halk için satın alınan hizmetler ve inşa edilen her türlü altyapı, iktidarın bize vaat ettiği hizmettir.
Bir iktidarın “Şu köprüyü biz yaptık” ya da “Bu yıl memurun, emeklinin maaşına şu kadar zam yaptık” diye böbürlenmesi, bir lütuf değil, olsa olsa halka hizmet vaadinin bir kısmını gerçekleştirmektir. Zaten nasıl lütuf olsun ki, para iktidarın kendi cebinden çıkmıyor; bizden toplanan vergilerdir, yani bizim kendi paramızdır.
İktidara gelen parti ya da partilerin seçmenlere vaat ettiklerini yerine getirmemeleri, mesela bütçeyi sadece kendi yandaşı bir avuç kişi ve gruplara peşkeş çekmesi durumunda, söz konusu iktidar ilk seçimlerde seçimi kaybeder ve yerine bir başkaları iktidara getirilir.
Nitekim demokrasilerde normali budur! Örneğin ülkemizin en büyük metropollerindeki belediye başkanlıkları, son yerel seçimlerde el değiştirmiştir. Önümüzdeki genel seçimlerde de merkezi yönetimin el değiştirmesi beklenmekte. İktidarın seçimi kaybedeceğim diye gerilmesine gerek yok; bu yarış, hizmet yarışı değil mi?