Son altı aydır dünyanın dört bir yanı halkların kitlesel ve şiddetli eylemleriyle çalkalanıyor. Katalonya, Hong Kong, Sudan, Cezayir, Honduras, Porto Riko, Haiti, Ekvador, Irak, Lübnan ve Şili. Bu ülkelerin her birinde ortaya çıkan isyanların başka başka motivasyonları, tetikleyicileri ve bileşimleri olduğu kuşkusuz.
Örneğin, Ekvador’da benzin, Şili’de metro bileti fiyatlarına yapılan zamlar; Lübnan’da Whatsapp uygulamasına getirilmek istenen vergi; Hong Kong’ta, Çin tarafından çıkartılmak istenen bir yasa, Porto Riko, Haiti ve Honduras’ta yozlaşmış, yetkilerini kötüye kullanan yöneticiler; Irak’ta işsizlik ve yoksulluğun dayanılmaz noktaya gelmesi; Sudan ve Cezayir’de ise kokuşmuş diktatörlere olan sabrın son bulması isyanların tetikleyicileri oldular.
Ancak bütün bu isyanları birbirine bağlayan nokta otoriter neoliberal tahakkümün yarattığı sonuçların hedef alınması oldu. Lübnan’da başkan Hariri’nin eylemcilere karşı verdiği tavizler bir işe yaramadı ve halkın sokaklardan çekilmemesi üzerine istifa etmek zorunda kaldı. Şili’de metroya yapılan zam geri alındı, ancak bu hareketin büyümesini engelleyemedi. OHAL ilan ederek, Pinochet diktasından sonra ilk defa tankları sokağa sürerek hareketi bitirmek isteyen iktidar, bütün bakanlarının istifasını istemek durumunda kaldı. Sudan’da Ömer el Beşir iktidardan indirildi, ancak halk bununla yetinmedi, onun ardından iktidara göz koyan askeri fırsatçılara meydanı bırakmadı, mücadelesine devam etti.
2008 ekonomik krizinin sonrasında, bu krizin bedelinin işçi sınıfına ödetilmesi ve yılların liberal efsanelerinin aksine devletlerin batık bankaları kurtarmak için harekete geçmesinin ardından dünyayı saran bir isyan dalgası yaşanmıştı. Arap ülkelerinden Avrupa’ya, Wall Street’ten Gezi’ye kadar büyük bir coğrafyayı kapsayan isyan dalgası, politik olarak kayda değer uzun vadeli başarılar sağlayamadan sahneden çekildiğinde, politik atmosferi ele geçiren sağ popülist liderler ve onların aşırı sağcı, göçmen, kadın ve işçi düşmanı siyaseti olmuştu.
Egemenler, siyasetin sokaklardan ikiyüzlü burjuva salonlarına yeniden taşınmasının verdiği özgüvenle rahatlamış şekilde kendi yoz siyasetlerini kurmaya devam ederlerken, son altı ayda yine uykuları kaçmaya başladı. Bütün bu süreç boyunca baskıya, yargıyı silah olarak kullanmaya, medyayı etkisiz hale getirmeye, muhalefeti zor yoluyla susturmaya dayansalar da olmamıştı. Şimdi, siyasetin yeniden sokağa dönmesini ve eylemlerin hızlı bir şekilde karşılığını almasını konuşuyoruz.
Aslında neoliberal tahakküme karşı gelişen bu isyan dalgasının içerisine, uzun bir dönemdir eylemlerine devam eden ve Fransa’nın politik kimyasını değiştiren Sarı Yelekliler’i de katmak gerekiyor. Hatta, kitlesel sokak hareketleri olarak var olmasalar bile, uzun yıllar sonra ABD’de yeniden sosyalizm sloganını sahiplenen, bunun çevresinde örgütlenen ve sayıları on binleri bulan Amerikan Demokratik Sosyalistleri’ni (DSA) ve İngiltere’de Thatcher’in ardından onun neoliberal projesini tamamlamak için canla başla çalışan İşçi Partisi’nin liderliğine Corbyn gibi radikal bir ismin seçilmesini de dikkate almak gerekiyor.
Bütün bunlar, dünya genelinde norm haline getirilmeye çalışılan neoliberal otoriter rejimlere karşı, emekçilerin ve ezilenlerin seçeneksiz kalmadığını, dünya halklarının yoksulluk, eşitsizlik ve zulümden başka bir şey vaat etmeyen bu baskıcı sömürü sistemine mahkum olmadığını gösteriyor. Ancak, bu hattın dünya çapında kayda değer politik başarılar ortaya koyması; kendi örgütlü yapılarını kurması ve bu yapılar içerisinde kendi programını oluşturması ile birebir alakalı. Sola açılan bu politik olanakların, işçi sınıfının geniş anti-kapitalist partileriyle taçlandırılması, sokağa çıkanların kendi sözlerini iktidarınkinden ayırıp örgütlemesi Şili’den Lübnan’a kadar bütün bu mücadelelerin zaferi için kaçınılmaz görünüyor.