“Hepsi ölmüyordu ama hepsi vurulmuştu”. Jean de La Fontaine
Öbek öbek uzmanlar televizyonlarda saatlerce koronavirüsü tartışıyor. Hiç birinin ağzından kapitalizm, neoliberalizm, kapitalist tarım, endüstriyel hayvancılık, dünya topraklarının nasıl kapitalist tarım tekellerinin çiftliği haline getirildiği, eko-sistemin kâr hırsıyla nasıl tahrip edildiği, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin ne demeye geldiği, insan hastalığının nasıl bir kâr aracına dönüştürüldüğü, koruyucu hekimlik kavramının neden gündemden düştüğü, her geçen gün sağlığa ayrılan kaynağın neden küçüldüğü, vb. çıkmıyor… İyi de, siz o sorunu hangi zemin üzerinde ‘tartışıyorsunuz’?… Bir başarı öyküsü peydahlanıyor. Başarının yegâne aktörü de hekimlerin çok iyi yetişmiş olması ve insan üstü çabaları… Elbette hekimlerin, hemşirelerin, yardımcı sağlık personelinin bu alandaki çabaları, gayretleri hayranlık uyandırıyor ama, bir salgınla mücadele sadece hastanede mi yapılır?
Neoliberal küreselleşmeyle birlikte özelleştirilmemiş, metalaştırılmamış, kâr aracına dönüştürülmemiş hiçbir şey kalmadı…Toplum yaşamı için vazgeçilmez olan müşterekler [ortak yaşam kaynakları, yaşam araçları ve yaşam alanları] birer birer özelleştirildi. Oysa, müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam mümkün değildir… Zira, müşterekler, insanları, toplumu bir arada tutan tutkaldır… Tabii, sağlık hizmetlerinin dahi özelleştirilip, bir kâr aracına dönüştürülmesi, sadece saçma değil, etik olarak da kabulü mümkün değildir, gayri ahlakidir… Birilerinin sizin çektiğiniz acıdan kâr etmesi nasıl gerekçelendirilebilir, savunulabilir, kabullendirilebilir? Bir seferinde bu kepazeliği eleştirdiğimde, muhatabım, ‘her şeyin bir bedeli vardır hocam’ demişti…Ben de “insan yaşamının, insan haysiyetinin de bir bedeli yok mu’ demiştim… İnsanların yediğinden, içtiğinden, konuştuğundan, her hareketinden vergi alınıyor, sonra da hastaneye gittiğinizde önce ‘veznenin yolu’ gösteriliyor… Yazık ki, insanlar, verdikleri verginin nereye, nasıl harcandığını sorun etmiyor… Verdiği verginin nasıl kullanıldığını sorun etmeyene ‘yurttaş’ denir mi, yurttaşın bir tanımı yok mudur?
Son 20 yıl içinde daha önce bilinmeyen yeni virüs türlerinin neden olduğu salgınlar ortaya çıktı. 2002 de Hong Kong’da başlayıp Amerika ve Avrupa’ya yayılan SARS, 2003’te başlayan kuş gribi, 2009’da Meksika’da başlayıp pandemiye neden olan H1N1, diğer adıyla domuz gribi, 2011’de Orta Doğu’da, Suudi Arabistan’dan başlayan MERS salgını, 2013’te Batı Afrika ülkelerinde yayılan Ebola virüs salgını, 2015’te Güney Amerika’dan yayılan Zika virüsü salgını. 2019 yılının son ayında ortaya çıktığı ve birçok türü olan koronavirüs ailesinin yeni üyesi olduğu için Covid-19 adı verilen yeni pandemi…
Sermaye küreselleşirken hastalıkların da küreselleşmesi şaşırtıcı olmamalı. Bir mobil telefonun nasıl üretildiğine bakmak bile sistemin işleyiş biçimi hakkında yeterli fikir verecektir. Bazıları nadir elementler olan çok çeşitli ham madde farklı bir ülkedeki maden işletmelerinde topraktan çıkarılıyor. İşlenip ayrıştırılmak üzere bu teknolojiye sahip ülkelere taşınıyor. Sonra emeğin ucuz olduğu, iş güvencesinin olmadığı, iş sağlığı ve güvenliği kurallarına uyulmayan ucuz emek cenneti ülkelere taşınıyor. Üretim tamamlanınca yazılımı yapan şirket tarafından satılmak üzere tüm dünyaya satış için sevk ediliyor. Kıtalar arası ticaret o kadar hızlandı ki, bir virüs salgının tüm dünyaya yayılması için birkaç gün yeterli artık…
Küreselleşmeyle kamuya ait ne varsa yağmalanması kural oldu. İş güvenceleri büyük oranda yok edildi. Kuralsızlaştırma kural haline geldi. Dünün refah devletlerinin yeni virüs salgınında düştükleri durum ve sağlığın tümüyle ticarileşmiş olduğu ABD, felaket boyutunu alan can kayıpları, sosyal devletin ortadan kaldırılmasının sonuçlarını bütün çıplaklığıyla ortaya serdi.
Tarihte görülen en büyük salgın olan ve 1918-1919 yıllarında dünyayı kasıp kavuran İspanyol gribi, yaklaşık 50 milyon kişinin ölümüne neden oldu. O dönemde sivil havacılık henüz ortaya çıkmamıştı. Kıtalar arasında ticaret sınırlıydı. Salgını küreselleştiren birinci emperyalist paylaşım savaşıydı. Savaşta sağ kalıp ülkelerine dönebilen askerler, virüsü tüm dünyaya yaydılar. İnsanlık güç sahiplerinin çıkar çatışmasının bedelini çok ağır ödedi.
Salgın etkenlerinin çoğunun konakçısı hayvanlar. Virüsü taşıyan hayvan genellikle hastalanmıyor. İnsanlarla temas sonucu yeni bir konakçı bulan virüsün hastalık oluşturma potansiyeli ortaya çıkıyor. Tabii ki, hayvanların bunda bir suçu yok. Yaşam alanları yıkıma uğratılınca, arı kovanına çomak sokulunca denge bozuluyor. Ormanlar tahrip edilince, 15-20 milyon nüfuslu kentler peydahlanınca, sanayileşme önüne çıkan her şeyi süpürüp götürünce, endüstriyel tarım ve hayvancılık için ormanlar yok edilince, doğa cezayı kesiyor… Yaşam alanlarının tahrip edilmesi çok sayıda canlı türünü yok ediyor… Mesela, Orta ve Batı Afrika’da görülen Zika virüsünün yakın zamanda ormansızlaştırılan alanlarda ortaya çıkması bir tesadüf değil… Nitekim, 12 ülkede yapılan bir araştırma, insanı hasta eden sivrisineklerin, ormanların tahrip edildiği yerlerde, dokunulmayanlara göre iki kat daha fazla olduğunu ortaya koyuyor… Afrika kıtası kadar alan kapitalist tarım ve hayvancılık için ormansızlaştırılmış, tıraşlanmış durumda…
Plansızlık ve önceliklerin belirlenmemesi, aşırı üretim, yatırımların belli noktalarda yoğunlaşması, kapitalist işletmelerin ucuz emek talebi dünyada nüfus dağılımını akıl almaz derecede bozdu. Şehirlerde aşırı yığılma oldu. Nüfusu 30 milyonu bulan şehirler var. Dünya nüfusunun yarısı kara parçalarının yüzde birlik bir alanına sıkışmış durumda. İstanbul 16 milyonu bulan nüfusuyla dünyanın en kalbalık şehirleri arasında ondördüncü sırada. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kanal İstanbul çevresinde iki milyon nüfuslu yeni bir İstanbul inşa edileceğinin müjdesini verdi. Artık ilçeleriyle İstanbul’a bitişik hale gelen İzmit ve Tekirdağ’la birlikte 200 kilometre uzunluğunda 30 kilometre genişliğinde bir banda bu yeni İstanbul da eklenirse 20 milyon insan sıkışmış olacak. Yani ülkedeki her dört kişiden biri. Böyle bir şehirleşme biçimi sürüdürülebilir değildir. Suyu ve yiyeceği yüzlerce kilometre uzaktan taşınan, ulaşımı büyük sorun olan böyle bir megakentte olası doğal afetlerle, salgınlarla nasıl baş edecektir? Covid-19 salgınında ülke nüfusunun yaklaşık beşte birinin yaşadığı kentte vakaların yüzde altmışının görülmesi durumun vahametini göstermeye yeter.
AKP, daha doğrusu Saray iktidarı, salgınla mücadele başarısıyla öğünüyor. Oysa, gerçek durum tevatür edilenin tam tersi… Bırakın koronavirüsle mücadeleyi, bu Politik İslamcı iktidarın hiçbir sorun çözme yeteneği yoktur. Nerdeyse iki ay olacak, şu maske dağıtım işini bile halledemedi. Karantina uygulamasını da yüzüne gözüne bulaştırdı. Gerçi önceden salgına karşı hiçbir hazırlık yapılmış değildi ama virüsün girişinden sonra da hiçbir şey gerektiği gibi yapılmadı… Etkili bir karantina uygulanabilirdi. İki veya üç haftalığına tam bir karantina uygulanıp, yeterli testler yapılabilir, sorun daha az hasarla aşılabilirdi. Onun için de mesela üç ay süreyle herkese asgari bir gelir güvencesi verilebilir, belediye araçları kapı kapı dolaşıp insanlara su, yiyecek, ilaç, vb. sağlayabilir, mobil sağlık ekipleri etkili bir müdahale yapabilirdi… Fakat onun için, belediye başkanlarını ‘muhalif’ diye düşman ilan etmemek gerekirdi… AKP’nin asıl kaygısı salgınla mücadele etmek değil, krizi bir fırsata dönüştürmek… Aksi halde ‘muhalif belediyelerin’ halkın yardımına koşması engellenmeye çalışılmazdı… Acaba bunun dünyada bir örneği var mıdır? Bu kadar mantıksızlık, bu kadar akılsızlık, bu kadar saçmalık hiç görülmüş müdür? Bir salgın anında bile ‘gelecek seçimleri düşünmek’, muhalefete puan sağlar gerekçesiyle, belediyeleri işlerini yapamaz hale getirmek, ancak bu yerli ve milli iktidara yakışırdı…
Virüs, sınırdan geçtiği anda, iktidarın ilk kapısını çalması gereken kurum, Türk Tabipler Birliği (TTB] olması gerekiyordu… Zira o konuda en birikimli, en donanımlı kurum TTB ama o da ‘düşman cephesinde’, Dar-ül Harp sayılanlar tarafında…Tabii, SES ve diğer sağlık örgütleri için de aynı şey söz konusu… Bu dünyada toplumun öteki yarısını ‘düşman’ ilan eden bir devlet, bir iktidar var mıdır? Duyan-bilen var mı? Mayıs sonunda çifte bayramdan söz ediyorlar… Onca belirsizlik varken, sorunu çözülmüş saymak ne anlama geliyor? Ortada ‘huyu-suyu belli’ bir virüs olmadığına göre…
Salgın ülkeyi sarmışken, her biri onulmaz doğa tahribatı, ekolojik yıkım demek olan projeler de pupa-yelken yol almaya devam ediyor… Yıldırım hızıyla ÇED onayları veriliyor. İş makinaları gece gündüz demeden çalışıyor… Aslında neoliberal küreselleşme çağında iş makinaları, çağdaş canavarlara dönüşmüş durumda… Önlerine çıkan her şeyi, daha çok kâr için ezip geçiyorlar, yok ediyorlar… Velhasıl tam birer doğa katliamı aracına dönüşmüş durumdalar… Ve bu kepazelik, güya, büyüme, kalkınma, şimdilerde de sürdürülebilir kalkınma adına meşrulaştırılıyor-dayatılıyor…
Ne zaman, ‘imara açıldı’, ‘turizme açılıyor’ lâfını duysam, içim cız ediyor ve inanılmaz bir çaresizlik duygusuna kapılıyorum… AKP, doğaya savaş açmış durumda ve koronavirüs gibi bir salgın bile bir ateşkese vesile olamıyor… Lâkin bir şey var: Politik mahiyetteki bir saldırıya, hukuk alanından cevap verilemez, karşı konamaz, püskürtülemez… Zira, o hukuk da zaten son tahlilde saldırıyı yapanların hukukudur… Eğer politik mahiyette bir saldırı söz konusuysa, ona ancak politik alandan karşı konabilir… Yoksa, işte, Bölge İdare Mahkemesi’ne giderek, Danıştay’a başvurarak saldırıyı püskürtmek mümkün değildir… Elbette bu hukuk yoluna başvurulmasın demek değil ama o kadarı amaca ulaşmak için yeterli olmaz, maalesef olamıyor… Geride kalan yaklaşık 20-30 yılda olmadığı görülmüş olmalı…
Eğer, vakitlice mevcut üretim, tüketim ve yaşam tarzı terkedilmezse, sadece neoliberalizmden değil, kapitalizmden vakitlice çıkılamazsa, ekolojik yıkım durdurulamazsa, salgınların daha büyükleriyle cebelleşmek kaçınılmaz olacak… Boşuna, görünen köy kılavuz istemez denmemiştir…İnsanlık daha ne zamana kadar bu yıkım tablosunu seyretmeye devam edecek? Sayın seyirci olmaktan ne zaman yakayı kurtaracak? Ayağa kalkmak için daha ne bekleniyor?