Northwestern Üniversitesi’nde ders veren akademisyen Dr.Sinan Erensü ile ABD’deki ırkçılığa isyanı konuştuk: ‘Bu isyan yoğunluğu elbette rastlantı değil. Birşeylerin sonuna geldiğine dair bir hissiyatımız var. Gözümüzün önünde cereyan ediyor. Neo-liberal konsensus’un sonu geldi diyebiliriz. Enkazın altından hazırlıklı olanlar çıkar’
Mehmet Ali Çelebi
ABD’nin güneyindeki Minnesota Eyaletine bağlı Minneapolis kentinde 25 Mayıs 2020’de başlayıp New York, Washington gibi neo-liberalizmin ve devlet otoritesinin en üst düzeyde olduğu kentlere sıçrayan isyan, ordu-polis-yargı üzerinden sürdürülen ekonomik eşitsizliği, etnik ayrımcılığı ve ırkçılığı tartışmaların odağı yaptı. Askeri-polise, tehditlere, sokağa çıkma yasaklarına rağmen Londra, Paris, Madrid, Barcelona, Roma, Brüksel, Berlin’e yayılarak küresel isyana dönüşen başkaldırı polisle çatışmalarla sürdü. Doktorasını Minnesota Üniversitesi’nde yapan, Northwestern Üniversitesi’nde ders veren akademisyen ve politik ekolojist Dr. Sinan Erensü’ye isyan dinamiklerini ve geleceğe bırakacağı izleri sorduk.
- ABD’de dört beyaz polisin Minneapolis kentinde Covid-19 salgını sürecinde işsiz kalıp iş arayan siyahi 46 yaşındaki George Floyd’u, 25 Mayıs’ta markete sahte dolar vermekle suçlayıp ters kelepçe yaptıktan sonra yere yatırması, “I can’t breath please, please!” dediği halde 8 dakika 46 saniye boyunca dizle boynuna bastırıp boğması isyan tsunamisine yol açtı. Karakol ateşe vermekle alevlenen anti-racism karşıtı başkaldırı beyazların, ANTIFA geometrisiyle onlarca eyalete yayıldı. Corona endişesiyle dünya evlere hapsolurken isyan usturasının bu kadar keskinleşmesinin arka planını nasıl okumalı?
George Floyd cinayetinden sonra neredeyse tüm Amerikan şehirlerine yılan isyanı son 7-8 yıllık siyah özgürlük mücadelesinin ve onun son taşıyıcısı olan Black Lives Matter (BLM – Siyah Canlar Değerlidir) hareketinin bir sonucu olarak değerlendirmek lazım. 2013’ten bu yana BLM hareketi adından da anlaşılacağı üzere siyahlara yönelik polis şiddeti ve infaz kanunun orantısız bir biçimde siyahları kriminalize eden uygulamalarına karşı mücadele etmekte. Kolluk gücü ve adalet sistemi eleştirisi son dönem siyah mücadelesinin yapı taşlarından birini oluşturmakta. 1964 ve 1968’de Kongre’den geçen Sivil Haklar Kanunu’na dair düzenlemeler toplumsal hayattaki tüm elle tutulur siyah ayrımcılık pratiklerine son vermeyi, siyah ile beyazı kurumlar önünde eşit kılmayı amaçlamıştı. Siyah entelektüel ve akademisyen bu kazanımların önemli bir kısmının suç ve uyuşturucu ile mücadele adına sıkılaştırılan infaz yasası ve polisiye tedbirlerle 1970’li yıllardan itibaren geri alındığını iddia ediyor. Bugün genç siyah erkeklerin üçte birinin hapishane tecrübesi var. Uzun süredir siyah mahalleler zapturapt altına alınıyor, siyah bedenler kriminalize ediliyor. Floyd ve benzeri yargısız infazlar artık kaza yahut rastlantı olarak değil sistemik bir baskı rejiminin veçheleri olarak görülüyor. Siyah Amerikalı’lar her an bir kör polis kurşununa kurban gidebilecekleri gerçeği ile günlerini geçiriyor, gündelik hayatlarını mümkün olduğunca kolluk kuvvetlerden uzakta geçirmeye çalışıyorlar. Siyah bedenlerin değerinin kabulü tam da bu anlamda siyah özgürlük mücadelesinin en önemli bileşeni olmuş durumda. Tabi George Floyd cinayetine verilen tepkiyi büyüten diğer faktörler de var. Cinayetin görüntülerinin ve kullanılan gereksiz şiddetin şüpheye yer vermeyecek biçimde dehşet verici olması bunların en başında geliyor. Bununla birlikte Beyaz Saray’da açıktan ırkçılık yapmaktan çekinmeyen bir başkanın oturuyor olması, cinayetin işlendiği Minneapolis’in hem ırksal eşitsizliğin şiddetli yaşandığı, hem de sosyal demokrat, sosyalist ve anarşist örgütlenmelerin güçlü olduğu bir şehir olması da protestoların büyümesinde etkili oldu.
Öte yandan olayların büyümesi ve yaygınlaşmasında Antifa’nın etkin olduğuna dair görüşe de katılamıyorum. Antifa ABD’de faal olmasına rağmen etki alanı ve örgütlülüğü oldukça dar olan bir yapılanma. Özellikle siyah nüfus üzerindeki etkisi çok sınırlı. Trump hadiseleri kriminalize etmek için Antifa korkuluğunu kullanmaya çalışıyor, ancak sahadaki gerçekliğe örtüşen bir yanı yok. Bırakın Antifa’yı, kendiliğinden yaygınlaşan bu olayları tek başına BLM’ın dahi örgütleyebildiği, kontrol edebildiğini söylemek gerçekçi olmayacaktır.
- Kıvılcımın aleve döndüğü Minneapolis’in ve isyanın yayıldığı eyaletlerin-kentlerin etnisite ve sınıfsal arkeolojisini yaptığımızda nasıl bir harita karşımıza çıkıyor?
Minneapolis aslında bir çok açıdan Amerikan’ın en yaşanası yerlerinden biridir. İyi bir toplu taşıma sistemi, zengin ve güzel okulları, geniş yeşil alanları renkli sosyal ve kültürel hayatı vardır. Şehir görünüşte çok kozmopolitandır, farklılıklara açıktır. Minneapolis ABD’nin en çok mülteci kabul eden şehridir mesela. Şehrin içinde bulunduğu seçim bölgesi ABD Kongresi’ne ilk Müslüman temsilci olan siyah Keith Ellison’ı göndermiş, Ellison’ın Eyalet Başsavcılığı’na seçilmesinin ardından yerine Somali doğumlu başörtülü İlhan Omar’ı seçmiştir. Ancak tüm bunlar Minneapolis’in ABD’nin mekansal ayrımcılığın en yoğun olduğu şehirlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. Yoksul siyahlar kendi yoksul mahallelerinde yaşamaya daha az kaynağı olan okullara gitmeye devam ederler. Bu bağlamda Minneapolis’in çok kültürlü söyleminin ardında saklamayı başardığı yapısal bir ırkçılık vardır. Bu ikiyüzlü tavrın isyanın öfkesini arttırdığını düşünüyorum.
Minnesota Amerika’nın görece zengin bir eyaleti, endüstriyel çözülmeden sonra da, benzerleri ne nazaran, teknoloji, tıp ve servis sektöründeki sayesinde ayakta kalabilmiş bir eyalet. Tarımsal üretimi de güçlü. 6 milyona yaklaşan eyalet nüfusunun % 83’ü beyaz, bunların çoğu 100 ila 150 yıl önce bölgeye göçmüş Alman ve İsveçli ailelerin torunları. Siyahlar % 8, Asyalılar % 5. Eyalet nüfusunun % 60’ı ikiz şehirler olarak bilinen St. Paul ve Minneapolis’te yaşar, kalan % 40 neredeyse tamamen beyazdır.
- Sizin okumalarına göre başkent Washington’a ulaşıp Beyaz Saray önüne sıçrayıp, ABD Başkanı Trump’ın sığınağa götürülmesine kadar varan ayaklanmada sınıfsal boyut ne düzeydedir?
ABD’de ırksal ayrımcılık ve sınıfsal eşitsizlikle elbette iç içe geçmiş durumdadır. Ortalama beyaz bir aile, ortalama siyah bir aileden 10 kat daha fazla bir servete sahiptir. Zenginlikteki bu farkın tarihi kökenleri olduğu, adilane olmasa da anlaşılabilir olduğu iddia edilebilir. Ancak ortalama hane gelirine baktığımızda da benzer bir tablo ile karşılaşırız. Ortalama bir Amerikan hanesine yılda 55,000 dolar para girer, bu meblağ siyah bir hanede 40,000’in altına düşer. Amerikan ekonomisinin fabrikasızlaşması, üretimin ülke dışına çıkması ve ekonominin servet sektörü ağırlıklı bir düzene geçmesi tüm mavi yaka çalışanları ama özellikle de terkedilen şehir merkezlerinde yaşamaya devam eden siyah Amerikalılar’ı doğrudan etkilemiştir. Siyah aileler ucuz işgücüyken arzulanmayan değersiz nüfusa dönüşmüş, neredeyse sistem dışına itilmişlerdir.
Sınıf ile irk ve kimlik bu kadar net bir biçimde örtüşüyor olsa da siyah tecrübesini salt sınıfsal ilişkilere indirgemeyi de doğru bulmam. Her siyah Amerikalı sabah kalkıp aynaya baktığında siyah bir beden görür ve bunu sokakta nasıl taşıması gerektiğinin hesabını yapar. Siyah beden ünlü siyah sosyolog De Bois’un çiftte bilince sahiptir, bir kendi için, bir de beyaz çoğunluk için yaşar. Siyahlar çok uzun zamandır böylesi bir varoluşsal derdi anlatmaya çalışıyorlar, bu varoluşsal itirazın sadece yapısal ekonomik tedbirlerle hakkının verilmesi mümkün değil.
Sosyal demokratların sorumluluğu
- Bu tür isyanlarda iktidarların krizi nasıl yönettiği dalgalanmada etkili oluyor. Ancak Trump’ın kutuplaştırıcı tarzda yaklaşımı oldu. Birçok kentte karakollar, işyerleri, araçlar ateşe verilirken, Trump “çapulcular, vandalizm” dedi, ateş açtırma tehdidi savurdu, askeri-polis denen Ulusal Muhafızları sahaya sürdü, eyalet valilerinin “gerekli adımları atmayı reddetmeleri hâlinde orduyu görevlendireceğini ve sorunu hızlıca çözeceğini” söyledi. Valiler karşı çıkabilir mi? Süreçleri nereye vardırır Trump’ın tehdit siyaseti?
Trump’ın eylemleri siyasi amaçlarla kullanma, kutuplaştırıcı siyasetine alet etmek istediğine şüphe yok. Ancak unutmayalım ki polis Trump’ın polisi değil, sosyal demokrat diyebileceğimiz Minneapolis Belediyesi’nin polisi. Dolayısıyla Trump bu başkaldırı anından faydalanmak istiyor, ancak sorumluluğun ciddi bir kısmı da yıllardır polis reformunu gerçekleştiremeyen demokrat partili belediyelerin omzunda. Trump güvenliği sağlamak için Federal Ordu’yu kullanabileceği tehdidini savuruyor, ancak bunun gerçekleşme ihtimali düşük. Burada gözden kaçmaması gereken şey ‘asker kentlere iner mi’den ziyade askerileşmiş polis gücünün geleceği olmalı. Hayatın bu kadar içinde olan polisin imkan ve yaklaşımı ne olmalı? Bence tüm dünyaca düşünmemiz gereken budur. Öte yandan valilerin zaten kendilerine bağlı askeri güçleri var ve bunları kullanıyorlar. Minnesota Valisi de bir demokrat ve Trump’tan bağımsız davranma imkanı var. Lakin modern tarihinde bir kez Cumhuriyetçi başkan adayına oy vermiş Demokrat Minnesota 2016 yılında neredeyse kırmızıya boyanıyordu; Trump eyaleti 45 bin oyla kaybetti.
- Washington, New York dahil onlarca kentin sokaklarını savaş alanına dönüştüren isyan Donald Trump ve Joseph Robinette Biden geçmesi beklenen arasında Kasım 2020’deki başkanlık seçimini nasıl etkiler?
Trump protesto gösterilerini kriminalize etmeye çalışırken kendisini de hukuk ve nizam başkanı (Law and order president) olarak konumlandırmaya çalışıyor. Bu sloganın beyaz seçmene verdiği sinyal ‘merak etmeyin ben siyahları kontrol altına alır, ayrıcalıklarınızı da korurum’dur ve bunun ABD’de her daim alıcısı vardır. Dolayısıyla seçim gündemini salgın ve onun tetiklediği ekonomik krizden ziyade sokak eylemlerinin şekillendirmesini arzuluyor. Ancak zaten 4 yıldır başkan, dolayısıyla neden kanun ve nizam şimdi bozuldu sorusunun da cevabını vermek zorunda; alıcısı olan ancak riskli bir pozisyon bu. Ben yine de salgının toplumsal ve ekonomik etkilerinin Kasım başına kadar silinmeyeceğini ve seçimi en çok etkileyenin son tahlilde işsizlik ve gelir kaybı olacağını düşünüyorum. Ancak Trump karşısındaki aday olan Biden çok silik, ne salgın ne de sokak protestoları bağlamında Amerikan halkına bir vizyon sunabiliyor. Yakın zamanda ilan edecekleri başkan yardımcısının kim olacağı bu yüzden önemli olabilir.
- Trump’ın kiliseye gidip elinde İncil ile fotoğraf çektirmesi, Darbe sonrası Kenan Evren’in, Bolivya’da darbe sonrası kendini başkan ilan eden Jeanine Anez’in, Almanya’da Hitler’in kutsal kitaplarla basın-kamuoyu karşısına çıkmasını akla getirdi. 21.yüzyılda bu tarz istismar siyasetinin alıcısı olacağını hangi parametrelere göre değerlendiriyorlar?
Amerikan kanal ve programlarını son 30 yılda azıcık seyretmiş herkes Trump’ın dindar biri olmadığını bilir. O İncil’i içeriği ve öğretisi için değil, işaret ettiği kültürel dünyaya mesaj vermek amacıyla tutuyor. Trump İncil’i tutarak kendisini destekleyen geniş muhafazakar kesime ‘ben burada sizin gündeminizi savunmak, mahkemelere muhafazakar liderler atamak, kürtaj ile ilgili kayıplarınızı geri almak için duruyorum’ diyor, bunları hatırlatıyor. Amerikan Evanjelistleri din dışı bu adamla bu oyunu oynamaya çok hevesli. George Bush Jr. zamanında da Evanjelist Hristiyanlar’ın Amerikan siyasetindeki artan öneminden bahsederdik, ancak en azından o organik bir ilişkiydi, oğul Bush sonradan hidayete ermiş dindar olmaya çalışan bir Evanjelistti. Buradaki işbirliği oldukça ilginç ve uzun vadede Evanjeslistlerin biriktirdiği gücün altını oyacağını düşünüyorum.
Bir şeylerin sonuna geldi
- Sokağa çıkma yasaklarına ve polisin sert saldırılarına rağmen iki haftada “Nefes alamıyorum”, “Adalet yoksa barış yok”, Adalet yoksa huzur yok” gibi sloganlarla karakol, işyeri, araç yakmalala Londra, Paris, Madrid, Barcelona, Roma, Brüksel, Berlin gibi neo-liberalizmin en yüksek irtifada olduğu kentlere isyanın sıçramasını geleceğin yol haritası açısından nereye oturtmak gerekir? Küresel sistemi ezilenler lehine dönüştürecek bir dinamik birikti mi sizce?
Öngörü işi zor. David Harvey’e “tebrikler son ekonomik krizin çıkacağını doğru tahmin ettiniz” demişler, o da “evet son 2 krizin 10’unu doğru tahmin ettim aslında” demiş. 2011 Arap Bahar’ından beri bir dizi ayaklanma ve isyanın içinden geçmekteyiz. Bu isyan yoğunluğu elbette bir rastlantı değil. Birşeylerin sonuna geldiğine dair bir hissiyatımız var ve bu coğrafyaları kesen bir çeşitlilikle gözümüzün önünde cereyan ediyor. Ancak ne bu ayaklanmalar aynı şeyi talep ediyor, ne de sistematik bir siyasi ufkun üzerinde yükseliyorlar. Bir şeyler çökerken hemen sonra enkazın altından hazırlıklı olanlar çıkar. Bu ayaklanmalar gerçekten hazırlıklı ve birikimli mi? Keskin eleştirilerinin ardında hem örgütlü hem kucaklayıcı, hem de yeni programlar var mı? Bunun cevabı sürecin nereye evrileceğinde belirleyici olacak. Neo-liberal konsensus’un sonu geldi diyebiliriz.
Türkiye’de sorulması gereken soru…
- Türkiye’de hükümet bileşenleri ABD’de polisin cinayetini, kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığını kaydedip “Irkçılık, insanlık binasına yerleştirilmiş dinamit tuğlasıdır. İnsanlık ve ırkçılık aynı yerde olmaz.”, “Bu insanlık dışı eylemin faillerinin hak ettikleri cezayı alacağına inanıyorum. Konuyu takip ediyor olacağız” gibi tümceler kurdu. Aynı dönemde Türkiye’de de, mermili mesajlar yayınlayanlara yönelik işlem yapılmaması, polislerin bazı kentlerdeki uygulamaları yoğunca tartışıldı. Hrant Dink Vakfı yönetimi ölümle tehdit edildi, kiliseler saldırılar oldu. Herkesin kendine göre bir ırkçılık anlayışı olabilir mi? Irkçılığın üstesinden nasıl gelinecek?
Her şey karşılaştırmalı bir analizin konusu olabilir; burada önemli olan karşılaştırmanın niteliği, sınırları ve parametrelerin nasıl konulduğudur. Kağıt üzerinde ayrımcılık hemen her yerde birbirine benzer gibi gözükür ancak tekil tarihi tecrübeler çok önemli farklar yaratır. Bu bağlamda ABD-Türkiye benzerliğinin kolaylıkla yapılacağı alanlar olduğunu düşünüyorum. Örneğin Türkiye’de de cezasızlık, yani yanlış yapan kamu görevlilerinin o veya bu şekilde bedel ödememesi önemli sorun. Birçok büyük kentimizde kimi mahallelerin özellikle gözetim altında tutulduğunu, bu mahallelerde yaşan genç erkeklerin kriminalize edildiğini ve bunun bir şiddet döngüsü yarattığını biliyoruz. Keza ‘polisin yetki ve yöntemleri neler olmalıdır, polis teşkilatı askeriyelileşmeli midir?’ bizim de sormamız gereken bir soru. Türkiye’de ırkçılık ve ayrımcılık var mı sorusu ise karşılaştırma yaparken daha dikkatli olmayı gerektiriyor. ABD’deki beyaz ayrıcalık çalışmalarını Türkiye’de ne ifade eder? Bu alanda son dönemde yayınlanmış çok kıymetli bir çalışma var, Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi, tartışmaya başlamak için kıymetli bir yer.
Dr. Sinan Erensü kimdir?
Politik ekolojist Dr. Sinan Erensü, sosyoloji alanında araştırmalı yüksek lisans derecesini 2006’da Cambridge Üniversitesi’nde, aynı dalda doktorasını 2016’da Minnesota Üniversitesi’nde yaptı. 2016-2018 yılları arasında, enerji politikaları ve küresel müşterekler üzerine Northwestern Üniversitesi’nde ders verdi. “Kırılgan Enerji: ‘Yeni Türkiye’de Altyapının Gücü, Doğası ve Politikaları” tezinde, 21. yüzyıl Türkiye’sinde yapılan siyasi iş enerji altyapılarını araştırdı. Araştırma alanları arasında çevresel ve politik sosyoloji, kentsel ve kırsal çalışmalar, kalkınma sosyolojisi, sosyal hareketler, su ve enerji altyapıları ve mülksüzleştirme politikaları yer almakta. Erensü, ‘Sudan Sebepler’ ile ‘İsyanın ve Umudun Dip Dalgası’ kitaplarının editörlüğünü yaptı.