Bu toprakların en güzel köşelerinden birisine, bir tabiat harikasına daha müdahale edileceğini, Nemrut Krater Gölü ve Kalderası için başlatılan “Tabiat anıtı ve çevre düzenlemesi işini” yazıyor gazeteler; Bitlis’teki siyasetçilerin de buna itiraz ettiklerini de.
Bu yazıyı HDP’nin 2014 yılı Eşbaşkanları ve MYK üyeleri olarak tutuklu olduğumuz bir dönemde Sincan’dan yazıyorum. Nemrut Dağı tüm görkemi ile karşımda gözümün önünde duruyor şu an. Doğal alanların deşilmeye başlanması, sermaye birikimine dönüştürülmesi, o alanın tanımlanması ile başladı. Ve ardından ayrıcalıklı giriş için alanın etrafı çevrelendi, kapısına güvenlik kulübesi konduruldu. Bu aşamadan sonra gerisi “ederi” üzerinden kiralama proje ve iş makineleri ile müdahale ve tabi buna uygun düzenlenen plana uygun şekilde piknik alanları, oturma alanları, büfe, anfi derken deniz doğa manzaralı siteler, saraylar, restoranlar o alanın üzerinde arzı endam etmekte. Son birkaç yıldır ise bu hal ve gidiş daha mega boyuta ulaşmış durumda. Millet bahçeleri gibi, yeni kentsel rezerv alanları uygulaması gibi. “Hangi millet” diye aklınıza takılabilirse -ki hiç sanmıyorum- bunun tüm politik, sosyolojik açılımlarını hepimiz çok iyi biliyoruz. Ama sınıfsal boyutunu plan değişikliklerinin açıklama notunda açık açık yazıyorlar: “nitelikli” olanlar için.
İktidarın yaşam alanları üzerinden başlattığı bu sermaye seferberliği bu çeşitli yapı donatılarını kapsayarak yeni kentler inşa etmeye doğru son hız sürmekte. Bunun için uzunca bir süredir çabalıyorlar. Doğal alanların yeni kent yapılanmasına dönüşümü üzerindeki koruma kararlarıyla oynanarak, bu alanlara yeni kimlikler verilerek güçlendiriliyor. Ormanların bir kısmı milli parklar statüsüne geçirilmekte, meraların hayvancılıkla ilişkisi koparılmakta, tarım alanları 1. derece tarım alanından 3. dereceye bir gecede düşürülmekte, derelerin, göllerin, denizlerin kıyısındaki mutlak koruma alanları “kamu yararı” hatta “üstün kamu yararı” kapsamında kullanıma açılmakta. Antalya Belek, Marmaris Bodrum ve daha pek çok kıyı bunun örneği olan yüzlerce uygulama ile dolu. Bu kararları sonrasında değiştirdikleri 1/100.000’lik çevre düzeni ve alt ölçek planlara işlemeyi de unutmadılar. Örneğin 2000’li yılların başında İstanbul’da 1/100.0000’lik çevre düzeni planında yapılan değişikliklere meslek örgütlerinin açtığı davada; itirazlar kentin kimliğini, doğa ve kültür varlıklarını yok ederek ve siyasi karar zemin oluşturacak bu değişikliklerin iptalini kapsıyordu. Plana, plan ilkelerine aykırılığı ile ve olası gelişmeler işaret edilerek karşı çıkılmıştı. O plan değişikliğinde orman ekosistemi üzerine, ormanı sınıflandıran kullanıma açılmasını sağlayacak 2B lekeleri kondurulmuştu ki plan değişiklikleri daha tartışılırken bu lekelerin olduğu yerlerde yapılaşma başlamıştı bile. Küçükçekmece Lagün Havzası’ndaki lagünün, derelerin mutlak koruma alanları kentleşme öncelikli alanı/ ticari merkezler olarak işaretlenmişti. Bu düzenleme ile neredeyse eş zamanlı havzadaki derelerin bir kısmının üstü betonla kapatıldı. Derelere atık suyunu veren sanayiler İSKİ tarafından kanalizasyona deşarj standartlarına göre denetlendi. Ve bugün 2014 yılından beri başlatılan Küçükçekmece Lagün Havzası’nın İstanbul Kuzey Ormanları’nın, sulak alanlarının üstüne havalimanı kanalı, köprüleri, lüks konutları ile yeni bir kent yapılması uygulamaları sürdürülüyor. O plana işlenen Haydarpaşa Port üzerinden kıyı alanlarının ticaret alanlarına çevrilmesi süreci hızlandı. Bu, son birkaç yıldır yaşamakta olduğumuz tarihi ve doğal dokuyu parçalayarak geçirilen Marmaray gibi Haydarpaşa Garı’nı yok eden yangın ve dönüştürme çabaları gibi Topkapı Sarayı’nın Karaköy sahilinin kültür varlıklarının karşı karşıya kalacağı müdahalelerin habercisiydi.
Başlatılan siyasi süreç arkasına kapitalizmin krizlerini de alarak ilerledi. Kentler kimliğini üzerinde yaşamış uygarlıkların izlerini, yaşam alanlarını kaybetmeye mahkum edildi. Bu dönüşüm ve yok oluştan siyasi iktidarlar birinci derece sorumludur. En az onun kadar da plan değişikliklerini onaylayanlar, planlara bilimsellik kılıfı hazırlayan araştırma kurumları, “araştırma” raporları yazıp sulak alanları kıyı çizgilerinin etrafını ‘korumasına gerek yok’ çizgileri ile bezeyen herkes, her kurum yetkilisi sorumludur. Yine bu konudaki davalara bakan halkın itirazlarını değil, şirketlerin ve iktidarın isteklerini uygulayan her yargıç yaşananlardan sorumludur. Bilirkişi raporlarında gerçekleri karartan, şirketlerin ve iktidarın projesini allayıp pullayıp sunan “uzmanlar” ve bu yıkım projelerini yapan şirketler geri alamadığımı, alamayacağımız tüm yıkımlardan, yok oluşlardan iktidarla birlikte sorumludur.
Yolunuz düşerse Hasankeyf’e uğrayın. En az 12 bin yıllık belleğin dinamitle, betonla, beyaz yapı taşları ile nasıl katledildiğine, suya boğduruluşuna bir kez daha tanıklık edin. Gidemezseniz Elif Yiğit’in Heskif belgeselini izleyin. Vaktiniz olursa Uzungöl’e çıkın, neye dönüştürüldüğünü görün. Halfeti’ye yolunuzu düşürün. Orada hala yaşamaya çalışanlar, size nelerin yok edildiğini, siz suyun ortasındaki minarenin tepesine bakarken anlatsınlar. Ve Halfeti’nin ne uğruna yok edildiğini..
Ve sonra buluşalım bir kez daha.
Ve hiç vakit kaybetmeden kaybedersek bir daha hiç geri alamayacaklarımız için; Nemrut Krateri için Olimpos-Kumluca antik alanı için, Van Gölü ve çevresi için, Şırnak mesire alanları için doğanın, kültürün yaşayanları ile birlikte sarmaş dolaş olduğu her yere yapılacak saldırılara karşı birlikte mücadele etmek için.
O zaman asla beceremezler.