1 Ekim 2024 tarihinde, TBMM’nin yeni yıl açılışında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın elini sıkması ve aynı günün akşamında dışarıdaki tehdit ve risklerden bahsederek içeride barışı sağlama gerekliliğini vurgulaması siyasetin gündemlerini değiştirdi. Bahçeli’nin bu çıkışı ve ardından yaptığı açıklamaların Türkiye’de siyasetin gündemlerini ve seyrini değiştirmesi gayet normal.
Bahçeli’nin çıkış yapmasına neden olan en temel motivasyon “dış tehdit ve riskler” olarak görülüyor. Erdoğan da bir açıklamasında 7 Ekim İsrail-Filistin savaşından bu yana Ortadoğu’da yaşanan olayların “yeni bir Sykes-Picot” arayışı olduğunu ifade etmiş ve buna izin vermeyeceklerini iddia etmişti. Elbette, yeni bir düzenin oluşması ihtimali üzerinden AKP’nin buna izin vermeme kapasitesinin olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu ama esas üzerinde durulması gereken şey “dış kaynaklı tehdit ve riskler” motivasyonunun reel politikte yeri olup olmadığı.
Elbette resmi kaynakların ifade ettiği İsrail’in Türkiye’ye doğrudan bir cephe açması ihtimali oldukça zayıf bir ihtimaldir. Fakat Ortadoğu’da yeni bir düzen demek, Türkiye gibi iç barışını sağlayamamış; farklı inanç ve halkların bulunduğu ama tek bir yasal güvence ve tanınmanın olmadığı, toplumsal fay hatları keskin, ekonomisi çöküntü içerisinde ülkeler için ciddi bir değişim zemini sunuyor. Bu yönüyle 7 Ekim’den bu yana Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bakmak, bu değişim zeminiyle ilişkisinin olup olmadığını anlamak 1 Ekim’den bu yana neler olduğunu görmek bakımından önemlidir.
Öncelikle, İsrail’in İran’a yönelik iki temel stratejisinin olduğu görülüyor. Birincisi İran’ı olabildiğince hem fiziki hem de siyasi açılardan çevreleyerek izole etme stratejisi. Afganistan’da Taliban rejimine ABD-İsrail hattının karşı çıkmaması, oraya “medeniyet götürme” gibi bir dertlerinin olmaması bu çevreleme stratejisinin en marjdaki örneklerinden biri olsa gerek. İkinci temel strateji, İran’la mücadelede, önce vekil güçleri darbelemek, zayıflatmak ve mümkünse yok etmek üzerine kurulu. Bunun için Hamas’la başlayan saldırılar, Lübnan’da Hizbullah’a yöneldi. Sırada Suriye’de ve Irak’ta bulunan İran’ın vekil güçlerinin olduğunu öngörmek zor değil.
“İran’ın vekil güçlerine dönük bu saldırılar, her bir ülkede siyasi boşluk yaratması ve İsrail bu bölgeleri fiili olarak işgal edip yerleşmeyeceği için bu boşlukları Kürtlerin doldurması” ihtimali, devlet rasyonalitesinin tehdit algısını oluşturuyor. Dolayısıyla 2011 sonrası Kürtlerin Ortadoğu’da güçlenmesine yarayan koşulların bir daha oluşacağına dair öngörü devlet rasyonalitesi tarafından bir risk-tehdit ikileminde değerlendiriliyor.
Türkiye için en radikal kıyamet senaryosu ise İran’ın bütünen yıkılmasıdır. Böylesi bir durumda enerji ihtiyacının karşılanmamasından tutalım İran’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan kitlesel göçlerin Türkiye’ye akmasına kadar çeşitli risklerin gerçekleşmesi işten bile değil. Bunun yanı sıra İran Cumhurbaşkanı’nın da bir konuşmasında bahsettiği üzere İran’ın Belucistan, Kürdistan gibi ülkelere bölünmesi senaryosu olası bir komple yıkımdan sonra hiç de uzak bir ihtimal değil. Bunun gerçekleşmesi durumunda bir yandan enerji tedarik edemeyen, diğer yandan milyonlarca mülteciyi kabul etmek zorunda kalıp mülteci eksenli içerideki temel fay hatlarının tetiklenmesiyle karşı karşıya kalan bir Türkiye gerçekliği gelişebilir. Bunlardan daha fazlası ise şu: Ortalıkta İran’ın yıkılmasıyla oluşacak toz-duman dindiğinde İran, Irak ve Suriye sınırlarında farklı Kürt egemenlikleriyle komşu bir Türkiye gerçeği ortaya çıkabilir. Yani üç parça Kürdistan’ın kendi siyasi irade ve egemenlik alanlarına sınır bir Türkiye gerçekliği gelişebilir.
Türkiye’nin İran’ın komple yıkıma uğraması senaryosunu askeri, siyasi, ekonomik gücüyle engelleme kapasitesinin olmadığı apaçık ortada. Peki bu senaryoya karşı ne yapmalı diye sorulduğunda, işte dış tehdit ve risklerin içeriye yansımaması ve hatta Kürtlerle tarihi barış yoluyla Ortadoğu’da daha güçlü bir konum elde edilmesi “fırsat”ı beliriyor.
7 Ekim’den bu yana Ortadoğu’daki gelişmeler Türkiye için “Kürde karşı risk-tehdit” veya “Kürtle birlikte risk-fırsat” ikilemlerini ortaya çıkardı. Bir rasyonel akıl bu risk-tehdit ve risk-fırsat ikilemlerini değerlendiriyor olsa da henüz hem Bahçeli’nin risk ve tehdidi fırsata çevirecek bir çerçeveye sahip olmadığını hem de Erdoğan’ın bu rasyonaliteyle kendi siyasi ajandasını bir araya getirecek akıl ve cesareti geliştiremediğini gösteren çok sayıda açıklama mevcut.
Burada riskleri ve tehditleri toplumla konuşan, bunu bir politika setine dönüştüren, Ortadoğu’daki şiddete karşı barışı örgütleyen bir toplumsal muhalefete ihtiyaç var. Egemenlerin “çözümü” yine tahakküm üretir şeklinde olacaktır. Ortadoğu’da yeni bir düzeni barış içinde, ezilenlerin tarihsel hafızasına dayanarak inşa edebildiğimizde yeni bir yaşamımız olacak.
Bu yazıyla Yeni Yaşam okurlarına merhaba diyorum. Bu dönemde neler oluyor diye sormaya, birlikte düşünüp tartışmaya çok fazla ihtiyacımız var.