Bazen tek cümlelik bir haber, o an yaptığın her şeyi, kurduğun tüm cümleleri anlamsız kılar, yumruk olup boğazına oturur. Şu salgın günlerinde ölümle yeni yüzleşmemiz üzerine düşünürken, Grup Yorum üyesi Helin Bölek’in kara haberi düştü. Virüs salgını korkutucu bir hal aldığından beri günlük Z raporu alır gibi çetelesini tuttuğumuz ölüm, bambaşka bir yerden seslendi bize. Evde kalabilen imtiyazlılar olarak en çok yemekten, ekmek pişirmekten, kilo almaktan konuştuğumuz esnada, bir sanatçı açlıktan öldü!
Tek istediği şarkı söylemek, ha bire tutuklanmamak, mekânlarının basılmaması, konserlerinin yasaklanmamasıydı. Evet, bunun güvencesini ona vermek yerine Helin’in ölümünü izlediler, izlettirdiler. Şarkı söyleme hakkı için bile ölmeyi göze almamız gereken bir ülkede yaşadığımızı hatırlattılar. Aynı şeyi talep eden İbrahim Gökçek ve adil yargılanma hakkından gayrı bir şey istemeyen Mustafa Koçak için de kıllarını kıpırdatmayacaklar, belli.
Sıradan bir hak talebinde bize böylesine ağır bedel ödeten bu gaddarlık karşısında insan diyecek laf bulamıyor, geçmişte söylenmiş sözlere sığınmak istiyor. Brecht’in şu tespiti ne kadar güncel ve zaman ötesi: “Öldürmenin pek çok yolu vardır. İnsan birinin karnına bir bıçak saplayabilir, elindeki ekmeği alabilir, hastalığını iyileştirmeyebilir, birini kötü bir evde yaşamağa zorlayabilir, ölesiye çalıştırabilir, karşısındakini intihara itebilir, savaşa yollayabilir vb. Bizim devletimizde bunlardan pek azı yasaklanmıştır.”*
Şimdi virüsün yol açacağı ölümlerin haritasını çizmekle meşguller. Salgın karşısında takındıkları aymazlığı sadece ciddiyetsizlik ve tedbirsizlikle açıklamak mümkün mü? Tersine gayet ciddi planlar yaptıklarını, tıpkı -şimdilerde in ve cinlerin top sahasına dönüşen- 3. havaalanının inşaatında can pahasına çalıştırdıkları işçiler gibi, çarkı döndürmek için kaç bin insanın ölümüne göz yumabileceklerinin hesabını çıkardıklarını düşünmemek için sebep var mı? Yaşamın değil ölümün matematiğini biliyorlar ve her kriz anında onun formüllerini uyguluyorlar. Virüsün içimize saldığı ölüm korkusu, onlar için Allah’ın lütfu.
Bu global teyakkuz halinde bile, on binlerce suçsuz insanı toplama kampına dönüşmüş hapishanelerde balık istifi tutmaya devam ediyorlar. Onları dışarıya çıkarmanın iktidarlarına vereceği zarar ile salgının içeride yol açacağı felaketin maliyeti arasında fizibilite hesabını yaptılar muhtemelen. Ona göre yeni infaz yasasıyla kimleri virüsten sakınıp kimleri kırıma terk edeceklerine karar verecekler; hatta verdiler bile, canlı yayında bunu ilan edecekler müjdeli haber diye.
Kamerunlu filozof Achille Mbembe’nin “yaşamı ölümün iktidarına tabi kılmak” diye özetlediği ‘nekrosiyaset’in zirve yaptığı bir dönemdeyiz belli ki. Mbembe’nin iddia ettiği gibi, muktedirler iktidarlarını kimin yaşaması kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücünden alıyor nicedir. Lakin sürdürülebilirliği kuşkulu bu ölüm siyasetinin de tıpkı salgın gibi bir ‘peak’ noktası ve ardından gelecek bir düşüş eğrisi olmalı.
Hastaneler bazında süren bir savaşın içindeyiz, her gün ‘cepheden’ gelecek haberleri bekliyoruz. Herkesin ölümden konuştuğu, isimsiz ölülerin rakamlara döküldüğü, sonra sessizce gömüldüğü bir savaş bu. Diğerlerinden farkı, karşıda somut bir düşman figürü olmaması. Hamasi nutuklara konu olacak bir şehit anlatısı yok, ‘terörle mücadele’ mavalı ise muhtaçlara yardım etmeye çalışan muhalif belediyeleri engelleme mertebesine düşmüş durumda. Ölü sayısı her gün artıyor ve bu insanlar vatan uğruna değil, önemli bir kısmı bilimin uyarılarına kulak verilmediği, zamanında önlem alınmadığı, vergilerle bütçeler iç edildiği için ölüyor. Bu çıplak gerçeği örtebilecek büyüklükte bir bayrak da yok ellerinde.
Dünyanın jandarmasına bakın hele; onca ağır silaha, onca teknolojiye, onca ‘savaş’ tecrübesine rağmen o en güçlü ordunun virüs karşısındaki acizliğine! Salgın, ‘fırsatlar diyarı’nı en çürük yerinden, vatandaşına temel sağlık güvencesi sunmayan sisteminden vuruyor. Böyle böyle hayatın gerçeği karşısında sahte cennetlerin sırları dökülüyor, siyasi şaklabanlar U dönüşleriyle durumu kurtarmaya çalışıyor.
Yerel isyan ateşlerinin gezegenin dört bir ucuna yayıldığı bir zamanda, insanlık toplu halde bir korku tünelinin içine dalıverdi. İstisnasız herkesin, New York’taki borsa simsarı ile Dakka’daki mülksüzün, saraydaki devlet başkanı ile kamptaki mültecinin, yalıdaki patronla fabrikasında asgari ücretle çalışan işçinin endişesi aynı oluverdi. Dertte eşitlendik, dermanda değil; bilakis panik anında aradaki uçurum daha çok görünür oldu. Tünelin çıkışında gözlerimizi ovuşturup dünyaya başka türlü bakmaya başladığımızda, kimin dost kimin düşman olduğunu daha net görebilirsek eğer, bu musibetten hayırlı bir ders almış olacağız.
“İnsan yaşamı ölçüt olmaktan çıktığından bu yana, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmadı” demişti Elias Canetti.** Covid-19 felaketi, yaşamı yeniden ölçüt kılmak için elimize geçmiş fırsatların en büyüğü belki de.
Sigaradan ciğeri iflas noktasına gelmiş birinin, tedavi olup ölümden dönmesinden sonra sigara içmeye devam etmesi ne kadar aptallıksa, bizim eski normlarımıza dönmemiz de öyle. İnsanlık yeniden yatak döşek hasta olmamak için bazı alışkanlıklarını terk etmek, kapitalizme karşı antikor geliştirmek zorunda. Karantina günleri bu gerçeği ona öğretmediyse, hiçbir şey öğrenmemiş sayılır.
O antikorları oluştururken, arada karamsarlık girdabına kapılmamak için yine Brecht’in rehberliğine sığınacağız:
“İstediğince yalın görünsün göze
Kuşkuyla bakın en küçük olaya bile!
Sınayın gerekli olup olmadığını,
Hele ‘alışılagelmiş’ türden ise!
Açıkça istiyoruz şunu sizden
Sakın doğal bulmayın hep alışılageleni!
Çünkü artık hiçbir şeye doğal denmemeli;
Şu kanlı kargaşanın, şu düzenli geçinen düzensizliğin,
Serserice başına buyrukluğun ve insanla ilintisini yitirmiş
insanlığın egemen olduğu dönemlerde kimse demesin:
Doğaldır bu olup bitenler; böyle denmesin ki.
Her şeyin değişebileceğine inanılsın.” (***)
(*) Bertolt Brecht, ME-Tİ Tarihte Diyalektik, Türkçesi: Ahmed Cemal, Günebakan Yayınları, 1977, s.71
(**) Elias Canetti, İnsanın Taşrası, Türkçesi: Ahmet Cemal, Sel Yayıncılık, 2015, s. 27
(***) Bertolt Brecht, a.g.y, s. 5