İnsanlığın makus talihi olarak tarihe geçen kötülüğün çirkin yüzünün hala bize göz kırptığını biliyoruz. İlk sözü kurarken de, gittikçe her şeyle birbirine bağlanan bu dünyada kötülüğün üstün gelemeyeceğini yüksek sesle söylemekte fayda vardır. Tarihin seyri boyunca kötülük ve onun tüm dönüşüm biçimlerinin evrenin dengesini bozan sapkınlıklar olarak görülmüş olması ve bu minvalde kayda geçmesi insanlık açısından ümitvar bir tutumdur. Bu durumun, insanlık tarihinin resmî kayıtlarına hakkettiği şekliyle geçmiş olması, doğal olarak başka bir dünyanın mümkün olabileceği umudunu da canlı tutmaktadır.
Yıkım tesiri en belirgin olan Nazizm’in sapkın kötülüğünün tarihe saf haliyle not edilmiş olmasının ne kadar anlamlı olduğunu ırkçılığın tekrardan yükselişe geçtiği bugünlerde daha iyi anlıyoruz. Kötülüğün sapkınlığa dönüşmüş halinin dışavurumu olan Nazizm’in kanlı yüzünü insanlığın ortak yassı Shoa’nın geri kalan izleklerinde görüyoruz. Tarihin tanıklık ettiği o emsalsiz soykırımın dehşetli resimleri ve kafatasçıların sapkınlık arzusu bugün hala bazı kesimlerde kolektif bir kimlik rahatsızlığı, kötülüğün ikrah hali, suçluluk duygusu veya yüzleşme ihtiyacı gibi görülmüyorsa bunun sebebi ötekinin varlığına ve hatta ölüsüne duyulan mufassal nefrettir.
Dünyadaki bütün mezar tahripleri aşağı yukarı aynı sebeplerle cereyan etmektedir. Esas amaç, ötekinin bütün değerlerini yok etmek, tarih sahnesinden mütemadiyen silmektir. Yani ötekinin doğal ölümü veya bizatihi öldürülmesi gerçeği ırkçının sapkınlık öfkesini dindirmek için yeterli değildir, bunun için öldürdüğü ölünün arkasından herhangi bir anı kalmaması için mezarlara yönelmektedir. Kendine düşman addettiği bir topluluğu yok etmek ve ortadan kaldırmak üzerine kurulu bu kötülük nizamı, dolayısıyla o topluluğun yaşayan üyelerini değil, aynı zamanda ölülerini de ortadan kaldırmaya yeltenmektedir. Çoklu sebeplere bağlı olarak bunu yapsalar da, en öncül nedenlerden biri öldürdükleri kişinin ölümüyle beraber ötekilerin (ezilenler) nazarında kazandığı itibar ve tarihlerine kattığı sembolik anlamı yok etmektir. Dolayısıyla söz konusu itibarın günün birinde değerli bir mertebeye ulaşması ve sonraki kuşaklara aktarılması ve hatta ötekilerin (ezilenlerin) ortak değerine dönüşmesinden ürktükleri için, mezarlar hedef haline gelmektedir. Bugün karşı karşıya kaldığımız hakikat budur. İnsanlığın içindeki karanlık canavarın uyanmış hali olarak tarif edebileceğimiz bu kötücül istenç ve yıkım arzusunun temel amacı ötekine (yabancıya/zenofobi) olan korkudur.
Farklı olanın tehlikeli olduğu düşüncesiyle oluşan korkunun tehcirden soykırıma kadar varan sapkınlıklara yol açabildiğini tarih çok kez bize göstermiştir. Tarihin en münasebetsiz yüzü olan ırkçılık ve aşırı milliyetçilik hiç şüphesiz onun modern türevleri olarak dünyada kol gezmektedir. İnsanlığı tahrip gücü yüksek bir afet dehlizine sürükleyen bu paranoyak yıkım arzusu mezar tahribiyle daha da alımsız bir çehreye bürünmektedir. Ahlaki olarak hiçbir kültürde kabulü mümkün olmayan bu tür hadiseler hem ölülerin haysiyetine hem de geride kalanların anı ve yas hakkına tarifsiz bir hürmetsizlik ve çürümedir. Çürümenin değişik bir biçimi olarak kendini gösteren bu kafatasçı hezeyan, mezarların tahribatıyla kendisini de bir şekilde mezarsız bırakmaktadır.
Nitekim son yıllarda artarak süren Kürtlere ait mezar yıkımlarının karakteristik özelliği ve ideolojik işleyişinin ötekine olan nefret ve korku sendromu olduğunu alenen biliyoruz. Türk ulus devletinin yapısal kurgusunun tekçi olması nedeniyle Türklük tarifi dışında kalan herkes öteki veya yabancı görülmekte ve bu muameleye tabii tutulmaktadır. Çünkü onun kurumsallaşmış biçimi ötekinin (Kürtler dahil) reddiyesi üzerinde bina edilmiştir. Dolayısıyla modernitenin şafağı olarak kabul edilen ulus devletlerin birçoğunun inşası tamamıyla ırksal olduğu için ötekinin inşası da ona göre tahakküm üzerine kurulmuştur. Bu kurguya göre ırk düşüncesinin dichotomisinde (ikiliği) sivri uçlu iki tarafın varlık tarifi vardır ve bu tarif ırkçının kafasına iyi ve kötü mefhumu olarak kazılmıştır.
Irkçı, kendisini iyinin yegane tezahürü görürken ötekini kötünün yegane temsili olarak görmektedir. Dünyaya baktığı pencerede siyah-beyazın dışında başka bir renk görmediği gibi zihin dünyasında da ara herhangi bir renk kabulü yoktur. Dolayısıyla ırkçılığın aitlik duygusu sapkın bir narsistik illüzyon üzerine kurulduğu için, öteki olarak gördüğü diğerinin etkin varlığı onun için varoluşsal bir tehlikedir aynı zamanda. Buna göre ırkçının zihin dünyasında her zaman alt edilmesi gereken bir rakip vardır. Nötr bakma, başka bir görme biçimi veya perspektif olanağı yoktur, biz ve öteki vardır, arada kimse yoktur.
Nesne profilinden özne profiline geçirilen ötekinin algısı düşmandır. Buradaki düşman tanımı ötekini insan dışı bir varlık olarak sayar ve bu tanım sanıldığı gibi salt modern öncesi çağa ait bir iğrenti değildir. Bir iğrenti içerlemesi olarak gerçekleşen mezar tahripleri “Türklük sözleşmesinin” bir devamıdır ve sanıldığı kadar da yeni bir hınç dalgası değildir. Hatırlanacağı üzere bu coğrafyada tehcir ve kırıma uğramış birçok kadim halkın mezar veya kültürel varlıkları aynı sapkınlığın gazabına uğramıştır. Bugün Kürtlere ait mezarların tahribi azınlıklara karşı başvurulan yıkım arzusunun ve ötekine karşı duyulan kinin değişik bir varyantı olarak devam etmektedir. Zira mezarlara yönelik bu organize histeri hali, tam da “tarih mezarda başlar” belirlemesine uygun olarak o tarihi yok etmeye ve bir yönüyle bir hafızasızlaştırma makinesi işlevi olarak okunabilir. Lakin devlet nazarında ikisinin temel ortak özelliği “yerli ve milli” olmamaları ve hasım olarak görülmeleridir.
Bu hezeyan ve sapkınlığın bir azizlik mertebesi olarak görülmesinin sebebi budur. Soyut kavramlar yerine somut olgular üzerinde bu taarruz arzusuna baktığımız zaman meselenin anlam derinliği daha da anlaşılır bir biçim almaktadır. Öte yandan hangi aşamadan itibaren zıvanadan çıktığımızı ve “nur topu” gibi bir ırkçı topluma dönüştüğümüzü de anlamış oluyoruz. İnsanı dehşete düşüren bu yıkım arzusu ve saf kötülüğü doğadan sapma halinin bir dışavurumu olarak tanımlamanın dışında, başka bir izahat seçeneği mümkün gibi görünmemektedir, ne yazık ki.
Bu gelişen durumun hem ahlak yasasını hem de evrenin doğal düzenini bozan bir sapkınlık hali olduğunu söylemezsek gelmekte olan büyük yıkımın ya kurbanı ya da bir parçası oluruz. Bilindiği üzere sapkınlığın benzer halleri üzerinde kendini inşa eden Nazizm, Avrupa kıtasının tamamında Yahudileri tek tek toplayıp ölüm meleğinin bile aklına gelmeyecek şekilde yok etmişti. Nihai çözüm dedikleri yıkım mefhumu aynı zamanda öldürülenleri mütemadiyen mezarsız, anısız bırakmaktı. Lakin 1950’lerin başlarında, geriye kalan Yahudi mezarlıklarına karşı artan tahribatlar üzerine Adorno, “Yahudi mezarlıklarının yok edilmesi bir nefret ifadesi değil, nefretin tam kendisidir” diye tarihe uyarıcı bir not düşmüştü. Bugün Kürt mezarlarına yapılan tahribatların aynı zihniyetin hevesiyle yapıldığına dair şüphe yoktur. Beşeri yolculuğun son durağı olarak kabul gören mezarlıklar birçok kültürde olduğu gibi Kürt kültür mirasında da kutsidir, dokunulmazdır. Dolayısıyla mezarlık tahribatlarının gayesi Kürt yaşam anısını da yok etme ve ölüsünü mekânsız bırakmaktır. Mezar, insanlığın bu hayatla ilişkisinin bir aynasıdır. Mezarlara dönük bu yıkıcı saldırı, aynı zamanda insanlığın toprakla olan ilişkisine, yani gömme hakkına da bir saldırıdır.
Bu sebeple, bu saldırılar aynı zamanda sembollerin itibarsızlaştırılması, ölenlerin ait oldukları gelenek ve kültürel değerleri ve haysiyetlerini küçük düşürmektir. Bu aşina olduğumuz biyolojik ölümü de aşan bir öldürme biçimidir, hatta ikinci bir ölümü gerçekleştirme suikastıdır. Yani, anıların, hatıratların ve sembolik varlığın tamamını parçalara bölme ve silme sapkınlığıdır. Ölülerin kabir sakinliğini bozma dengesizliğinin zamanla toplumun tamamına yayılan bir nekropolitiğin siluetine dönüşmesi ve kalıcılaşması kuvvetle muhtemeldir. Bu zihin zehirlenmesi sonucunda toplumsal paranoyanın ne denli yayıldığını Kürt mezar talanı ve ırkçılık sapkınlığı üzerinden görebiliyoruz. Bu tarifsiz ürperti anı çoğu zaman geri kalanların ruhlarına kadar uzanıyor, akıl sağlığını bozuyor ve tutamadığı yas yarasını derinleştiriyor, oysa ihtiyaç duyduğumuz sadece yas yarasının biraz iyileşmesidir…
Yas, hem bu nekropolitik vahşeti sağaltan, hem acının daha mikro bir alanda yoğunlaşmasının önüne geçerek onu toplumsallaştırıp etkisini azaltan, hem de ölmüş bir canlıyla esaslı bir vedalaşma imkanı sunmasından dolayı, terapidir, iyileştiricidir, ölümün mutlak sınırının karşısında. Çünkü yas, aynı zamanda herhangi bir yazılı kanuna dayanmayan, mimetik bir direniş seremonisidir, ölümle yaşam arasındaki çizgide. Bu yas hakkına saldırı, sadece ölüyü ikinci bir şekilde tekrar katletme girişimi değil, aynı zamanda buna refakat eden bir işkence seremonisi olarak insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en vahşi uygulamalarından biri olarak insanlık vicdanında mahkum edilmiştir ve bugünden sonra da mahkum edilmeye devam edilecektir.