Kin ve nefret kültürüyle eğitilip yetiştirildi bu ülkede insanlar. Siyaset erbabının kışkırtıcı, ayrımcı ve önyargılı dili de eklenince, Türkiye’de zaten öteden beri var olan düşmanca algı ve tutumlar giderek büyüyen bir soruna dönüştü.
Kutuplaştırma ve ötekileştirme bir tür politika haline getirildi ve tavandan tabana yayılarak tehlikeli bir hal aldı. Günümüzde yaşanan nefret suçlarının çoğu bu kutuplaştırma, ötekileştirme ve ayrıştırma politikalarından kaynaklanmaktadır. Yıllardır kullanılan bu yöntem giderek tehdit, baskı ve öldürme noktasına kadar getirildi. Bu tehdidin okları artık kendinden olmayanı, kendi gibi düşünmeyeni hedef almış durumda.
Siyasetin körüklediği hırçın ve şiddet yüklü söylem, toplasanız birkaç cümleyi geçmeyen bildik hamasi ezberler ve alabildiğine hoyrat bir düşmanlık dili toplumu zehirlemeye devam ediyor. Hedef gösteriliyor, yetmedi, saldırganlar korunuyor.
***
Sosyal ve siyasal sorunlara yaklaşım tarzımız ve onları çözümlemek için kullandığımız dil mahalle kavgası gibi. Politik söylem artık çatışmacı dilin bir parçası haline gelmiş durumda.
Bu konuda medyanın sicili de bir hayli bozuk. Çarpıtılmış haberlerle nefret söylemi kullanmadan siyasi bir argüman oluşturmak ya da bir haber yapmak bu ülkede neredeyse mümkün olmadı.
Oysa kanunlar; ırk, etnik köken, cinsiyet, din gibi birtakım sebeplere dayanarak, kişilere karşı uygun olmayan, farklı davranışlarda bulunulmasını, her türden ayrımcılığı yasaklıyor.
Avrupa Konseyi tarafından da karar altına alınmış nefret söylemi, ”Irkçı nefreti, yabancı düşmanlığını, antisemitizm veya hoşgörüsüzlükle ifade edilen saldırgan milliyetçilik, ırkçılık, ayrımcılık, azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli insanlara düşmanlık da dahil olmak üzere hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimidir” şeklinde tanımlanmıştır.
TCK 122. maddesinde ırk, devlet, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep farklılığından kaynaklanan nefrete dayalı ayrımcılığı suç saymıştır. Hiçbir şey insan hayatından daha değerli olamaz. İnsan hayatını temel almayan, yaşamı siyasetin merkezine koymayan hiçbir bakış açısı adaletli olamaz. Bu her kesim, her toplum için geçerlidir. Hakkaniyet dediğimiz şey biraz da hayatın sağlamasını yapma cesareti ve erdemidir. İktidarın böyle bir derdinin olmadığı ortada. Harold J. Laskı’nin deyişiyle, “Başkalarının acılarını küçümserler çünkü bu acıların deneyimine sahip değillerdir ve kendilerine güvenmek için kendi erdemlerini abartırlar. Tarihi çarpıtırlar ve bunun vatanseverlik olduğunu söylerler; haklı istekleri bastırırlar, düzeni ve yasayı koruduklarını söylerler. Hukukun işlemediği, adaletin hüküm sürmediği toplum dengesizleşmiştir.”
Yaşanan onca acı göstermiştir ki, her türden şiddet ve baskı çözüm getirmiyor, tam tersine şiddet şiddeti, öfke öfkeyi besliyor. Bu durum acı kayıplara yol açtığı gibi ruhsal fay hatlarında kırılmalara, giderek onarılması zor gediklerin açılmasına da neden oluyor. Böyle bir yöntem sadece can almakla kalmıyor, geleceğimizi bağlı kılacağımız bağların kopmasına da sebep oluyor. Kara propagandanın toplumun en önemli sorunu olarak tanımlandığı böyle bir ortamda ondan korunmanın yolu da olay ve olgulara eleştirel bakabilmektir. En büyük düşmanımızın özgürlükler değil, paranoyalar ve köhnemiş paradigmalar olduğunu ve bizi bize kırdıran en büyük sebebin kökleşmiş saplantılarımız olduğunu artık anlamamız gerekir. Bu gidişi anlamak ve geleceğe ilişkin umutlarını canlı tutmak için bizlere kalan tek yol; insani olanı kavramak, şiddet çığırtkanlarına kanmamak, sistemin çarkına vida olmamaktır.