Türkiye’de çok sık nefret saldırıları gerçekleştirilmektedir. Bu saldırılar genellikle etnik, inanç, sığınmacı ve LGBTİ+ gruplarına yönelik yapılmaktadır. Bireysel olarak da kadınlara yönelik saldırıların altında nefret öğesi olduğunu söyleyebilirim.
Türkiye Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca onaylayarak yürürlüğe koyduğu AİHS ve eki protokolleri ile AİHM kararlarına uymamayı alışkanlık haline getirmiştir. Ayrımcılıkla mücadelede en önemli hukuki metin AİHS’e ek 12 nolu protokoldür. Bu protokolde her türden ayrımcılığın temeli sayılmış ve sayılan bu gruplara yönelik ayrımcılık yapılmayacağı etraflıca düzenlenmiştir. Türkiye’nin başta anayasası olmak üzere çeşitli temel yasaları bu protokol ile uyumlu değildir. Özellikle etnik köken, her türden inanç, mülteci-göçmen-sığınmacıların durumu, LGBTİ+’lar gibi gruplar ayrımcılığa karşı korunmak zorundadır. Türkiye bu protokolü onaylayıp yürürlüğe koymamıştır. Bunun yanı sıra Avrupa ırkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı Komisyon’un (ECRİ) 7 nolu tavsiyesine de Türkiye uymamaktadır. Tüm bunlarla birlikte Türkiye’de nefret suçları tam olarak düzenlenmemiştir ve nefret söylemi yasaklanmamıştır. Örneğin savaşa karşı çıkanlar, barışı savunanlar gözaltına alınıp haklarında ağır cezalar istenirken savaş propagandası yapanlar bunu rahatlıkla yapabilmektedir. Uluslararası mevzuata göre tersi olması gerekirdi. Savaş propagandası yapanlar hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılması gerekirdi. Örnekleri çoğaltmak mümkün. TCK’daki nefret suçlarını cezalandırma ile ilgili düzenlenmiş birkaç madde ise amacı dışında kullanılmakta, resmi ideolojiyi kutsamakta ve tersten bir cezalandırma aracı olarak kullanılmaktadır. Örneğin TCK 216. maddenin uygulanması gibi.
Türkiye’nin, yüz yıldan fazladır resmi ideolojide ısrarı ve asimilasyoncu tekçi inkar rejimi farklı etnik ve inanç gruplarının varlığını kabulde büyük zorluklar yaratmıştır. Bir futbol maçında aşırı sağcı bir partinin kurt işaretinin yapılması üzerine Türkiye’de çeşitli grupların bu işareti sahiplenmesi sosyolojik olarak tabanın ırkçılığa yatkın olduğunu ve bu durumun da tehlikeli sonuçlara sebep olabileceğini göstermektedir. Bu durumda resmi ideolojide ısrar edenlerin nefret saldırılarına engel olmasını beklemek fazla iyimser olacaktır.
Türkiye’de halen ne kadar mülteci-sığınmacı-göçmen olduğu tam olarak bilinmemektedir. Türkiye Suriye iç savaşındaki rolü nedeni ile Suriye’den gelen 3 ile 5 milyon arasındaki insana geçici sığınma statüsü tanımıştır. Dolayısıyla bu kişilerin er ya da geç Suriye’ye geri gönderileceği daha en başından belli olan bir şeydir. Türkiye’nin halen Suriye’de işgal altında tuttuğu bölgelere olası bir Suriye resmi hükümeti ile yapılacak anlaşma çerçevesinde, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıları göndereceği aşikardır. Dolayısıyla Türkiye, Suriyeli sığınmacıları araç olarak kullanmaya devam edecektir.
Türkiye’de başta Afganistan olmak üzere Irak ve Kuzey Afrika ülkelerinden gelen sayısı tam olarak bilinmeyen 1-2 milyon arası sığınmacı bulunmaktadır. Bunların durumunun ne olacağı bilinmemektedir. Çünkü Türkiye bunlara mülteci statüsü tanımamakta, 3. ülkeye geçmek için geçici olarak barınmalarına izin vermekte ve belirsiz bir statüde tutmaktadır. Dolayısıyla hükümet isterse bu kişilerin tamamını da rahatlıkla sınır dışı edebilir. Bu kişilerin sınır dışı edilecekleri ülkelerde yaşam hakları tehlikeye girer veya işkence görme ihtimalleri var ise o zaman Türkiye’de dava yolu ile iade edilmelerini önleyebilirler. Konumuz hukuk konusu olmadığı için bu konulara fazla girmeyeceğim.
Türkiye’de özellikle Orta Asya veya Türki Cumhuriyetlerden gelen ve genellikle de başta İstanbul olmak üzere turizm kentlerinde kayıtsız bir şekilde kaçak işçi olarak çalışan 1-2 milyon insan bulunmaktadır. Bunların da hiçbir güvencesi yoktur.
Türkiye’nin, AB ile imzaladığı geri kabul ve Vize Muafiyeti anlaşması ile sığınmacı deposu (!) ülke statüsünden kurtulmayacağı da açıktır. AB ülkeleri kendi ülkelerine sığınmacıların gelmemesi karşılığında Türkiye’ye kaynak aktarmakta, Ortadoğu’da izlediği politikalara ses çıkarmamakta, insan hakları ihlalleri konusunda Türkiye’yi idare etmektedir. AB Parlamentosunun Aralık 2023’te onayladığı yeni Sığınmacı ve Göç Anlaşması ise oldukça sorunludur. AB ülkeleri adeta sığınmacı girişini yasaklayacak tedbirler alacak ve Türkiye gibi ülkelerin sığınmacı sorunu daha fazla büyüyecektir.
Türkiye’nin milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapmasının en büyük sebeplerinden biri Ortadoğu’da izlediği Kürt ve Alevi/Nusayri karşıtı politikasıdır. Mülteci/sığınmacı/göçmen sorununu konuşmak isteyenlerin öncelikle ele alması gereken konunun Kürt sorunu olduğunu belirtmek isterim. Türkiye’nin öncelikle kendi Kürtleri ardından Suriye, Irak ve İranlı Kürtlerle masaya oturması ve Sayın Öcalan’ın paradigması doğrultusunda demokratik ulus temelinde bir çözüm arayışına girmesi gerekir. Aksi taktirde sığınmacılar araç olarak kullanılmaya devam edilecek ve bu sorun gündemimizden hiç çıkmayacaktır. Bu arada Sayın Öcalan üzerindeki mutlak iletişimsizliğin devam ettiğini, Şam’a gitmek isteyenlerin aklına İmralı’ya gitmenin gelmediğini, bu durumun oldukça hazin olduğunu belirtmek isterim.
Türkiye’deki siyasi iktidar gerçekten sığınmacıların nefret saldırısına uğramasına engel olmak istiyorsa öncelikle AİHS’e ek 12 nolu protokolü imzalayıp yürürlüğe koymalı, ECRİ’nin 7 nolu tavsiyesini hayata geçirmeli ve mevzuatını da buna uygun olarak yeniden düzenlemelidir. Bunu yapmadığı sürece siyasi iktidar sözcülerinin söylemleri popülizmden öteye gitmeyecektir. Popülist söylem yerine resmi ideoloji terkedilerek insan hakları değerleri esas alınmalıdır. Türkiye nefret söylemi ve nefret saldırıları ile mücadele etmek istiyor ise öncelikle devlet içindeki her türden kontra ve paramiliter yapı ile mücadele etmeli, devlet içindeki tüm paralel yapıları açığa çıkarmalıdır. Kayseri’de başlayıp diğer illere yayılan sığınmacılara yönelik nefret saldırıları göstermiştir ki siyasi iktidarın bile kontrol edemediği devlet içindeki paramiliter gruplar ve paralel yapılar harekete geçerek küçük bir deneme yapmıştır. Türkiye en büyük sorunlarından biri olan devlet içindeki çete temizliğini yapmadığı sürece başta sığınmacılar olmak üzere dezavantajlı grupların güvenliğini sağlayamayacaktır.
Mülteci/sığınmacı/göçmenlerin temel insan hakları olduğunu unutmayarak bir gün hepimizin aynı duruma düşeceği gerçeği gözümüzün önünde canlanmalıdır. Bunu başarabilirsek bu gruplara yönelik nefret saldırılarının önüne geçebiliriz kanaatindeyim.