Buyurun size bir “parlamentarist” soru:
Bugün Türkiye’de “parlamento” içinde muhalefet yaparak her hangi bir hukuki ve idari sonuç alınabilir mi? Parlamentarist yanıt veriyor: “Alınamasa bile en azından Meclis kürsüsünden rejimi teşhir ederiz.”
O halde bu yanıt üstünde duralım:
Rejimin nesini teşhir edeceksiniz sayın Parlamentarist? Bu rejim eğer etkili bir “demokrasi demagojisi” yapsaydı, “bunlar demagojidir, aslında rejim diktatörlük kurmak istiyor” diyerek rejimi teşhir edebilirdiniz. Ama ortada böyle bir demgaji yok ve zaten halkın çoğunluğu, CHP’nin 15 milyon, HDP’nin 6-7 milyon seçmeni rejimin diktatörlük olduğunu biliyor. Yalnız onlar değil.
Cemaatçiler de, NATO yanlısı subaylar da, AB yanlısı sermaye sahipleri de, dünya kamuoyu da ve şimdi biraz komik olacak ama Adnan Oktar tarikatı da, tasfiye sırasını bekleyen diğer tarikatlar da ve hatta Atatürk’e hakaret eden kadın da rejimin ne olduğunu biliyor.
Geriye kalan kitle ise zaten “demokrasi” istemiyor. “Asalım” diyor, “göçettirelim” diyor. Diyor oğlu diyor. Rejim artık “teşhir edilme” dönemini geçti. Açık konuşuyor ve konuştuğunu da uyguluyor.
Neyi “teşhir edeceksiniz?”
Bugünkü aşama “teşhir aşaması” değil. “Teşhir edilmiş” olan rejimden nasıl kurtuluruz aşaması.
Bu doğruysa yeniden soralım: Parlamentoda muhalefet ederek rejimden kurtulmak mümkün mü?
Parlamentarist bu soruya yanıt vermek istemiyor. Ama şöyle diyor; “Parlamento içi mücadeleyle parlamento dışı mücadeleyi birleştireceğiz”.
Nasıl olacak bu iş?
Örneğin parlamentarist hem Meclis’te oturacak, hem de sokağa çıkacak, halka hitap edecek: “Referandum da, 24 Haziran seçimleri de meşru değildir, ülkede faşizm var”.
Kitle soracak: İyi de TBMM’de oturarak siz bu faşizme meşruiyet kazandırmıyor musunuz? Neden orada oturuyorsunuz?
Parlamentarist biraz bozulacak. Ama neticede parlamentaristtir. “Oturmuyoruz, Parlamento zemininden yararlanıyoruz? Rejimi teşhir ediyoruz. ”
Halk bu yararlanmanın maaş alma dışında ne olduğunu elbette anlamayacak. “Teşhir” denince de, kitle “biz en az senin kadar rejimin ne olduğunu biliyoruz, bize şunu söyle: Ne yapalım?”
İş giderek gerginleşiyor. Ve kitlenin içinden Quto yerinden fırladığı gibi kürsüye çıkıyor:
“Rejimin teşhirini muhalefetin mecliste kalması önlüyor, onların varlığı rejime meşruiyet sağlıyor, halk Meclis’te muhalefet ederek ve gelecek seçimi bekleyerek rejimin önlenebileceğini sanıyor, umuda kapılıyor, sonra hayal kırıklığına uğruyor, derken hem referandumun, hem de 24 Haziran seçimlerinin ‘meşru olmadığını’ ana muhalefetin başından duyuyor ve bu defa ‘gelecek seçimin meşru olacağı nereden belli’ diye soruyor, umutsuzluğa kapılıyor. Hele muhalefetin gelecek seçimlere daha kuvvetle hazırlanacağız vaadini duyunca, kitle ‘Saray senden daha iyi hazırlanır’ diye mırıldanıyor, böylece yılgınlık başlıyor.”
Kitle Quto’yu alkışlıyor.
Kitlenin içinden Quto’nun bacısı Ayşo iki elini boru yapıp, “abe, çözümü de açıkla” diye bağırınca, Quto konuşuyor:
“Rejim HDP’yi TBMM’den atmak istiyor, o atılmamak için Meclis’te kalma direnişi yapıyor. Ama rejim CHP’yi Meclis’te tutmak istiyor, CHP de TBMM’den çekilmemekte direniyor, rejime böylece en büyük desteği sağlıyor. Çözüm: Demeç verme, hapisane önünde oturma, her Salı günü nutuk atma dönemi değil. Altı ay her gün milleti alanlara toplayın ‘TBMM’den çekilelim mi, kalalım mı?’ diye sorun. Altı ay sonra, en elverişli anda TBMM’den çekilin. Gerisini altı ayda örgütlenen halk yerine getirir.”
Sur’lu çocuk Quto omuzlarda taşınıyor.
Kitle dağılırken, Quto’nun abisi Qırıx yanındaki şarapçı arkadaşına soruyor: Bizim ufaklık iyi dedi de, HDP’liler neden CHP’ye “Gel birlikte çekilelim” demiyor? Kardeşim çocuk, vekil değil ki “birlikte çekilelim” diye CHP’yi sıkıştırsın. Şarapçı Heko omuz silkiyor, “boşver keko, gel kendimize gezek, biraz demlenek…”
Masallarda güzel tekerlemeler var, içiniz kararmasın diye bir de onu diyeyim:
“Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ülkenin birinde TBMM adında bir Millet Kıraathanesi varmış…”
Torunum sordu, sonra ne oldu dede?
“Ah güzel toruncuğum hiç sorma, ‘Az gittik uz gittik, altı yıl bir güz gittik, bir de dönüp ardımıza baktık ki, bir arpa boyu yol gittik'”.
Torunum üzüldü, sonra “aldırma be dede, arpa dediğin arpa değil, koskoca bir arpa tarlası” dedi. Benim içim rahatladı, inşallah sizin de içiniz rahatlamıştır.