Bir yandan barıştan, çözümden, süreçten söz ediyorlar, öte yandan bu sürecin bir tiyatro olduğunu çağrıştıran uygulamalarda bulunuyorlar.
Önce Esenyurt’ta sonra da Mardin, Batman ve Halfeti’de halkın iradesine el koyup kayyım atıyorlar.
Halk iradesini yok sayan bu el koyma, iç hukukun dışında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, Avrupa Sosyal Şartı’na, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı gibi uluslararası belgelere de aykırıdır diye belirtiyor hukukçular.
Bu uygulamalar AKP-MHP iktidarının Kürt sorununda bir barış ve çözüm arayışı konusundaki samimiyetini sorgulamayı gerektiren önemli göstergeler. Yani gelinen bu durumda iktidardan, demokrasi, normalleşme ve barışa ilişkin uygulamalar beklenemeyeceğinin işaretleri olabiliyor.
***
Amacın iktidarlarının devam etmesi üzerine kurgulanmış bir kurgu olduğunu unutmadan çağrılara da kayıtsız kalmadan oynanacak oyunlara karşı uyanık olmak gerekiyor.
Barış içinde bir yaşamı hazırlamada kendine insanım diyen herkese görev düşüyor. Düşünce farklılıkları ne olursa olsun her partinin, her kesimin ve onları temsil eden sivil toplum örgütlerinin bu konuda aktif rol üstlenmeleri ve halkın iradesine darbe olarak nitelendirilen kayyım uygulamalarına karşı çıkmaları gerekir.
Toplumda her şey düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlendi. Ama tarih her seferinde göstermiştir ki haklı talepler için mücadele edilen tüm yollar er-geç menzile varır. “Hiçbir güç zamanı gelmiş bir düşünceye karşı koyamaz” deyişi tarihte defalarca ispatlanmış bir gerçekliktir.
Şurası iyi özümsenmelidir ki artık hiçbir şeye tepkisiz kalmayan bir halk gerçekliği var. Kürt halkı yıllardır kendi sorunlarını dile getiren bir partiye oy veriyor. O partiyi kapatsanız da ötekileştirseniz de kayyım da atasanız her seferinde daha güçlü bir şekilde destekliyor. Bunu anlamakta zorlanan ve bir mesaj çıkaramayan bir iktidar var.
Hep kültürel bir sindirme ya da kimlik dayatma çabasında oldu bu devletin yöneticileri. Başkalarının kendisinden farklılıklarını kabul etmemek, buna saygı duymamak ve bunu reddetmek üzerine kurdu paradigmalarını. Buna karşı duranları da sindirdi, sürgünlere yolladı, zindanlara attı, imha etti.
***
Yaşanan onca acı göstermiştir ki, her türden şiddet ve baskı çözüm getirmiyor, tam tersine şiddet şiddeti, öfke öfkeyi besliyor. Bu durum acı kayıplara yol açtığı gibi ruhsal fay hatlarında kırılmalara, giderek onarılması zor gediklerin açılmasına da neden oluyor. Savaş sadece can almakla kalmıyor, geleceğimizi bağlı kılacağımız bağların kopmasına da sebep oluyor.
Her durumda tekrarlamak gerekir: İnsan hayatını temel almayan, yaşamı siyasetin merkezine koymayan hiçbir bakış açısı adaletli olamaz. Bu her kesim, her taraf için geçerlidir.
Barış, özgürlük ve benzeri kavramlar insanın, insanlaşma sürecinin ayrılmaz parçaları durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak insan kimliğinden gelen sorumluluğunu da belirler. Bu sorumluluk, insan bilincinin barışın gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üstlenmesiyle anlam kazanabilir, bunun yolu da barış için mücadele etmekten geçer. Bu mücadele tarih boyunca ezilen halkların ve sınıfların ezenlere karşı yürüttüğü tüm mücadelelerin de ifadesidir.
Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir. Evet. İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı. Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız.
Bu halk artık “Ne zulüm ne merhamet, yalnızca adalet” diyor, hak hukuk, adalet istiyor. Özgür olmak istiyor. Ne diyordu Bertolt Brecht “Halkın Adaleti” adlı şiirinde:
“Halkın ekmeğidir adalet.
Bozuldu mu tadı, başlar hoşnutsuzluk
Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl,
adalet de gerekli her gün,
Adaletin ekmeğini de kendisi pişirmeli halkın.”