Ender Öndeş
Kapsül’ün hazırladığı “Coğrafya Haberdir” videosunu yıllık iznimin son gününde gördüm. Önce birincisi geldi, sonra eleştirilerin odağında olanların ya da öyle hissedenlerin kendi düşüncelerini söylediği ikincisi. Bana göre, -belki de birinci videodaki Kürt gazetecilerin sorunlarına zaten vakıf olduğumdan- ikincisi daha ilginç ve öğreticiydi. Sedef Kabaş, Gökhan Durmuş ve Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici, elbette gazetecilere, gazeteciliğe sahip çıkılmasına vurgu yapıyorlardı ama arada çok kritik birkaç şey de söylüyorlardı. Temel olarak iki nokta önemliydi: Birincisi, ulusal kimlik ve siyasi görüşün gazeteciliğin önüne geçmesinin haberciliği sakatladığıyla ilgili olan kısmı; ikincisi de, Türk-Kürt filan önemli değil, önemli olan gazetecilik şeklinde özetlenen görüş.
Teorik olarak her ikisi de doğru elbette. Ortada tartışılacak bir şey kalmamış gibi görünüyor. Zaten böyle genel belirlemelerin en güzel yanı da odur. Özellikle ikincisi, biraz daha zorlanınca “hepimiz insanız işte” gibi bir yere kadar uzanır ve her türlü tartışmayı tatlıya bağlayıcı olarak mükemmel iş görür.
Ama yine de ‘tatlı’ olmayan bir şey var sanki. Daha doğrusu ‘yeni’ olmayan bir şey var.
Biliniyor, çok uzun süredir Kürt basınıyla, özgür basınla birlikteyim, karınca kararınca emek veriyorum; sağ olsunlar katlanıyorlar bana. Öte yandan, kızarlar bu lafıma biliyorum ama neticede ‘dışsal’ bir öğeyim de ve bu durum, aslında bir avantaj sağlıyor bana, biraz daha başka bir yerden bakma imkânına sahip oluyorum. Oralardan bir yerden bakınca da, tartışmanın ‘yeni’ olmayan kısmını görebiliyorum. Belki Bildirici’nin kullandığı kavramlar üzerinden değil ama gündelik somut haberler üzerinden bu, haber toplantılarında, eleştirel oturumlarda sık yaşadığımız bir tartışma. Gazeteciler bilir işte, siz masanıza oturursunuz, sabahın köründen itibaren haberler akmaya başlar ve yavaş yavaş hangilerinin önemli, hangilerinin manşetlik olduğu üzerine kafanızda fikirler oluşur. Ve elbette bu sıralama, sizin politik bakış açınıza uygun olarak oluşur. Ancak, zaman zaman, çok sayıda mühim hadise üst üste geldiğinde ise (ki Türkiye bu konuda çok bereketlidir) yol çatallaşır ve tercihler yapmanız gerekebilir.
Zurnanın zırt dediği yer işte tam bu noktadır.
Daha somut konuşalım. Örneğin yoksullukla boğuşan bir ülkede, gece yarısı doğal gaz ve elektriğe küt diye yüzde 20 zam yapılmışsa ve bu zam bir yılda yüzde 100’ü filan geçmişse, bu haber, -iktidar sevici değilseniz eğer- tabii ki tartışmasız bir manşet konusudur.
Ancak, varsayalım ki aynı gün, bir babanın eline yıllardır peşinde olduğu oğlunun kemikleri bir torba içinde verilmiş ve adam adliyenin kaldırımında elinde bu beyaz torbayla duruyor…
Ne yapılır bu durumda?
Ülkenin basını, en azından muhalif basını, habere adil ve objektif yaklaşıyorsa, no problem! Aynı güne denk düşen bu kadar önemli iki haber, kendisine birinci sayfalarda manşette ya da sürmanşette bir şekilde yer bulur ve kimsenin zorlanmasına gerek kalmaz. Ama böyle olmuyorsa, olmayacağını önceden tecrübeyle biliyorsak, o zaman bizim haber masası karışır işte! Tartışma sürer, ölçülür biçilir, her görüşü savunan arkadaş diğer haberin de önemini vurgulayan sözler söyler. Ama sonuçta, iş şu cümleye gelir bağlanır: “Arkadaşlar, zam haberini zaten bütün muhalif gazeteler verecek; diğer haberi ise bizden başka manşet yapan olmaz!”
Bakın, doğrudur, yanlıştır tartışması yapmıyorum; bir realiteden söz ediyorum. Bu bir realite. Böyle oldu. Böyle oluyor.
Peki, buyurun söyleyin arkadaşlar; böyle bir durumda ne yapmalıyız? Önerileri bekliyoruz. 80 yaşındaki Mehmet Emin Özkan’a yapılan hastane zulmü, 5 yaşında panzer tarafından ezilen Efe Tektekin için düzenlenen “karayolları nizamnamesine riayet etmeliydi” raporu, Kemal Kurkut’un yerde acıyla kıvranışı, İpek Er’i intihara sürükleyen Musa Orhan’ın ortalıkta geziyor olması, vs. vs… Saysam sayfa yetmez.
Ne yapmalıyız gerçekten?
CNN Türk’ten bir arkadaşım, Roboski Katliamı’nın olduğu günü anlatmıştı ta ne zaman. “Sabah oturuyoruz” diyor, “Katliam üzerine haberler, fotoğraflar akıyor durmadan, fakat bizde bir ses yok. Arada bir soruyorum, ‘ne yapıyoruz bu haberi’ diye. Haber merkezinin yetkili şahsı, elini telefon ahizesi gibi yapıp kulağına götürüyor ve gözleriyle ‘yukarı’yı işaret ediyor.”
Aynen böyleydi anlattıkları. Böyle bir habercilik var işte Türkiye’de. Katırların üstünde ölülerin fotoğraflarını görüyor ama haberi vermek için telefon bekliyor!
Elbette muhalif basının en azından küçük bir bölümü böyle yapmıyor ama bu kadar korkunç bir gazetecilik rezaletinin bizde ne yaratmasını bekliyorsunuz Allah aşkına?
Bir de Rojava var. Hadi bakalım. Ne yapacağız orayı? “Türkiye Cumhuriyeti’nden taraf gazetecilik” yapan biriyseniz, olup biteni nasıl anlayabilirsiniz ki? Yahu sen bir başka ülkenin toprağına girmişsin. Yetmemiş, bir de üstüne o ülkede ne kadar cihatçı barbar varsa, toplayıp bir başıbozuklar ordusu yaratmışsın, yetmemiş bir de bu topluluğa ‘Kuvayı-ı Milliye’ adını filan vermişsin, girdiğin her yer cehenneme dönmüş. Bütün bunları, bir yayılma hevesiyle yaptığını da gizlemiyorsun zaten. Şimdilerde tornistan etsen de hangi camide namaz kılacağını söylemişsin yahu. Yalan mı bunlar?
Ne yapacağız peki biz gazeteci olarak? Savaş demek ölüm demek. Hepimiz yetişkin insanlarız, biliyoruz bunu. Peki, ölüm karşısında adil bir yerde miyiz? Altını çizerek yeniden tekrarlıyorum: Ölüm karşısında adil bir yerde miyiz? Yani, örneğin bir asker yaşamını yitirdiğinde ‘şehit’ diye kutsuyoruz, tamam, eyvallah, diğerlerini ne yapacağız? Kürt haber ajansları, her gün bombardımanlarda yaşamını yitirenlerin kimlik bilgilerini yayınlıyor; hiç bakıyor musunuz oralara? Hepsi de Kobanê, Minbiç, Efrîn filan doğumlu gencecik insanlar. Yani o memleketin çocukları.
Peki, gerekli mi bütün bunlar? İktidara göre gerekli. Hatta zorunlu. Hatta bunlar olmazsa Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılma ihtimali bile var!
Bunun doğruluğunu sorguluyor muyuz hiç? Gerçekten Kuzey Suriye’de korkunç bir tehlike var mı?
Hadi bunlar yetişkin ve savaşçı insanlar, çocukları nereye koyacağız peki? Bir piknik alanı bombalandığında mesela, bu konuda Genelkurmay’ın açıkladığının dışında bir gerçeklik olduğu, olabileceği, bir gazeteci olarak hiç aklımızdan geçiyor mu? Şüphe gazeteciliğin ilk ve en temel kuralı değil mi?
Ne yapmalıyız gerçekten? Kürt basınını okuyan insanların bu hadiselerin yaşandığı yerlerde akrabaları var yahu, can değil mi o insanların taşıdığı?
Yeniden soruyorum: Ne yapmalıyız gerçekten?
Az siyaset, az ulusal kimlik… Tamam. Nasıl olacak ama?
***
Arada bir arkadaşlarla dalga geçerim ben. Derim ki “Ya, şu televizyonlarınıza ikinci, üçüncü kanallar ekleyin, diziler, filmler, yarışmalar, futbol maçları filan olsun. Magazin olsun ya, vallahi bak! Meral Danış Beştaş’ın etek döpiyesine takalım mesela, Mithat hocanın saç kesimini eleştirelim filan. Hep gözyaşı, hep kan nereye kadar?”
Olmuyor ama. Olmuyor işte. Bu teorik bir şey değil. Bu niyetle de ilgili bir şey değil. Kusurumuz var mı, var, eyvallah. Ama bu mesele, sadece bizim haber masamızda çözülebilecek bir mesele değil. Siz o torbayı görmediğiniz zaman, siz Efrîn’in zeytinlerini, Besta’nın ağaçlarını, Til Temir’ın yaralı çocuklarını görmediğiniz zaman, bütün bunların hepsi tek bir masaya yığılıp kaldığı zaman, yapacak bir şey kalmıyor.
Haberi adil paylaşalım, bedelini de öyle; sonrasına bakarız.
Kesin bilgi olarak yazayım şuraya, yayabilirsiniz: Kürt gazeteciler kadar bu haberleri yapmaktan nefret eden kimse yok dünyada. Salsan hepsi kendini çiçeklere böceklere vuracak. İnanın buna.