Bazen bugüne kadar atlattığım ölümcül badireleri hatırladığımda, çoktan ölüp gitmiş biri olma ihtimallerime bakar ve fazladan yaşıyor olduğumu düşünürüm. Neden böyle düşündüğümü merak edenlere durumu kısaca anlatayım:
İlkokul bitirme sınavları sonrası: O zamanlar, ilkokul, ortaokul ve lise bitirme sınavları yapılırdı. İlkokul bitirme sınavlarını büyük bir başarıyla vermiştim. Kutlamak için ilçemiz Salihli’nin parkına gittik. Orada bir bölümü bir metre, diğer bölümü iki metre derinliğinde bir havuz vardı. Arkadaşlarım havuza girdi. Hepsi ördek gibi yüzüyorlardı. Ben de girdim. Onlar yüzebildiğine göre, ben de yüzerim demiştim. Ancak neredeyse boğulup, elimde yeni alınmış ilkokul diplomamla, daha 12 yaşında ölüp gidecektim!..
İki kez işkenceden geçme: Daha sonraki yıllarda da işkencede ölenler oldu ama en yoğun öldürmeler, 12 Eylül Askeri Faşist Diktatörlüğü döneminde gerçekleştirildi. Nitekim 12 Eylül’de işkencede 171 kişi öldürüldü. Bu sayıya, ‘İntihar’ ettiği bildirilenler: 43, Kuşkulu ölüm: 144, ‘Çatışma’da öldürülenler: 74, ‘Kaçarken’ vurulanlar: 16 ve ‘Doğal ölüm’ raporu verilenler: 73 rakamlarını da eklemeliyiz. Ben de önce 1981 yılında 45 günlük gözaltı sürecinde Ankara’daki DAL’da korkunç işkencelerden geçirildim. Oradan sağ salim çıkabilenler arasında olmamı, hep büyük bir şans olarak görüyorum.
Daha sonra, 1984 yılında, bu kez İzmir’de gözaltına alındım. Bu kez sadece 30 gün gözaltında tutuldum. İzmir’deki işkence seansları oldukça ‘medeni’ idi. Mesela saat 18:00 olduğunda, sizi Filistin askısından indirirler ve “Haydi, yarın görüşmek üzere” diyerek hücrenize geri götürürlerdi. Ancak orada da, kimseyi ele vermeyeceğim konusunda ne kadar kararlı olduğumu göstermek için, yüzme bilmediğim halde kendimi Kordon’da denize atmıştım. Beni oraya getiren polisler de yüzme bilmediği için, -gencin biri denize atlayıp, beni boğulmaktan kurtarmasaydı- neredeyse pisi pisine ölüp gidiyordum!
Üç kez sınır aşan röportaj: Gazeteciler için büyük tehlikeleri göze almak uğruna çok önemli kişilerle yaptıkları röportajlar, mesleklerinin dönüm noktalarını oluşturur. Göze alınan tehlikelerin başında genelde, illegal olarak aşılan sınırlar gelir. 1990’ların başında o zamanlar Bekaa’da bulunan PKK Lideri Öcalan ile röportaj yapanlardan biri de ben oldum. Daha sonra, 2000’li yılların başlarında ve 2010’lu yılların başlarında iki kez Kandil’e gittim ve Cemil Bayık, Murat Karayılan, Duran Kalkan, Mustafa Karasu başta olmak üzere belli başlı tüm PKK yöneticileriyle röportaj yaptım. Her üç röportaj için illegal olarak sınırı aşmam gerekti ve bu yüzden hepsinde de ölüm riski vardı.
Parti binasının kurşunlanması: Demokratik Toplum Partisi’nin siyaset yaptığı dönemdi. 2007 ya da 2008 yılı olmalı. Partinin o zamanki Eş Genel Başkanı Nurettin Demirtaş’ın makam odasındayız. O dönem yayınlanmakta olan Gündem gazetemizin Okur Temsilcisi’yim. Gazetemizin Ankara Temsilcisi Ersin Öngel ile Nurettin Demirtaş’ı ziyaret ediyoruz. Eş Genel Başkan ile sohbet ederken, birden silah sesi duyduk. Demirtaş, pencereden baktı ve “Buraya ateş ediyorlar; yere yatın!” diye bizi uyardı. Ersin, ben Demirtaş’ın dediğini yaptık. Bir süre sonra, binaya ateş eden kişi, aşağıdaki partililer ve polis tarafından yakalandı. Saldırganın ciddi bir ceza aldığını hatırlamıyorum.
Mersin’de bombalı suikast: 18 Mayıs 2015 günü sabah saatlerinde Adana ve Mersin’de Halkların Demokratik Partisi (HDP) il ve ilçe başkanlıklarının bulunduğu binalarda eş zamanlı iki patlama meydana geldi. Ben o günlerde, seçimleri izlemek için Mersin’deydim ve o sabah HDP il binasına gazeteci arkadaşım Diren Keser ile gidecektik. Bir gün önce getirilen ve ayakaltında durmasın diye terasa çıkarılan çiçeğin içindeki bombanın patlamasını çok yakın bir yerden duyup, koşarak oraya gittik. Terasta, il binasının içinde ve hatta binanın bulunduğu apartmanda büyük hasar oluşmuştu. Sabah hazırlıklarımız biraz uzamasa, HDP yöneticileriyle görüşmek için onların toplantısının bitmesini muhtemelen terasta -patlayan çiçeğin yanı başında- bekliyor olacaktık.
Ankara Garı önündeki katliam: 10 Ekim 2015 günü gerçekleştiren IŞİD saldırısında 109 kişi yaşamını yitirirken, 500’den fazla insanımız yaralandı. DİSK, KESK, Türk Tabipleri Birliği, TMMOB, HDP ve pek çok sivil toplum örgütünün katılımıyla Barış Mitingi düzenlenmiş; ancak yürüyüş başlamadan yürüyüş alanına kortej hâlinde ilerleyen grupların bulunduğu Tren Garı kavşağında, üç saniye arayla iki patlama gerçekleşmişti. Ankara büromuzdaki gazeteci arkadaşlarımızın bir bölümü çoktan oralardaydı ama DİHA’nın Haber Müdürü Kenan Kırkaya ile ben işlerimizi toparlayıp, oraya gitmemiz biraz gecikmişti. Mitinge zamanında gitseydik, büyük ihtimalle bombaların patladığı yerlerin civarında bulunuyor olacaktık.
Tüm bu badireleri atlatmış biri olarak, ölüme tüm dünyayı iki yıldır kasıp kavuran pandemiden yakalanırsam, gerçekten bu benim için çok ‘ucuz’ bir ölüm olacağını düşünmüştüm hep. Yapabileceğim bir şeylerin halen olduğunu hatırlayınca, şu ya da ölümle, devre dışı kalmayı hiç kabullenemiyor insan.
Sahi, bugünlerde beni ağrılar içinde kıvrandıran Zona diye bir hastalıkla ‘boğuştuğum’ için yazmadım bu yazıyı. Yıllar önce gittiği Rojava ve Başur’da yaptığı tarihi gazetecilikten sonra şimdi de İran’a gidip, oradan muazzam izlenimlerle dönen gazeteci arkadaşımız Abdurrahman Gök’ün başardığı şeyin ne kadar değerli olduğunu hepimize hatırlatmak istedim. Ortadoğu’da sınırları pasaportla bile aşsanız, her türlü habercilik ölümcüldür yani…