Temmuz’un son haftasından bu yana doğa, Akbelen ve Cudi ormanları suretinde bir kez daha devletin topluma karşı müzmin savaşının sahnesi ve aracı olarak gündemde.
Keyfince tahrip ve talan etmek, sömürmek ve tüketmek kastıyla doğaya, yani atom altından kozmik ölçeğe kadar her boyutta fiziksel dünyaya ve en yüksek biçimi insani yaşam olan genel yaşama; bitkiler, hayvanlar, jeolojik süreçler ve hava durumuna, madde ve enerjiye, yani her şeye saldıran devasa bir güçten, bir sınıf egemenliğinden, kapitalist devlet ve sömürgecilik hakikatinden söz ediyoruz.
Ne var ki, yüzyıllardır süre gelen yıkıcı ve sömürücü doğa-insan ilişkileri düzeninin gezegeni bir çorba kazanı gibi kaynatmasının önüne tüm insanlık elbirliği etmeksizin geçilemeyeceği ortadayken yöre halkları Türkiye ve Kurdistan’ın iki ucunda, ateşin düştüğü yerde yapayalnız, güçlü bir toplumsal destekten yoksun, direniyor.
Üstelik bu anda, yalnızca hükümet değil, yargı da köylülerin karşısında.
Köylüler direnişlerini, BM Genel Kurulu’nun 2022’de bir insan hakkı olarak kabul ettiği “temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevre hakkı”na ve Anayasa’nın 169. Maddesi’ne dayandırıyor: “[…] Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz.”
Muğla 1. İdare Mahkemesi ise, köylülerin Akbelen ormanının, termik santrale kömür çıkartmak için Yeniköy Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’ye devrinin durdurulması talebini reddediyor. Gerekçe: “[…] idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmemesi.”
İdare Mahkemesi, göz göre göre “telafisi imkânsız bir zarar yok” diyemiyor ama “ne yapalım ki, burada Orman Kanunu geçerli” diye idare hukukunun lafzına sığınıyor.
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 5192 sayılı yasanın 1. maddesiyle 2004’te yeniden düzenlenen 17. maddesinin 3. ve 4. Fıkraları, işi kılıfına uydurmak için biçilmiş kaftan: “Savunma, ulaşım, enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğalgaz, altyapı ve katı atık bertaraf tesislerinin; sanatoryum, baraj, gölet ve mezarlıkların; Devlete ait sağlık, eğitim ve spor tesislerinin ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasında kamu yararı ve zaruret olması halinde gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde Çevre ve Orman Bakanlığı’nca izin verilebilir.”
Özetle: “Parayı veren ormanı alır, ne isterse onu yapar, kimse de bir şey diyemez.” Ya “kamu yararı”? Bu yasanın, “kamu yararı” sermayenin yararına eşitlensin diye değiştirildiğini hala bilmeyen kalmış mıdır?
Muğla Valisi Orhan Tavlı, Akbelen’e köylülerle dayanışmaya gelen milletvekilleri ve çevre-ekoloji gönüllülerini “provokatör” ilan ederken, jandarma başçavuşları suratlarına astıkları paşalara layık tiksinti ifadesi eşliğinde köylülere ve gönüllülere gaz sıkarlarken sırtlarını bu sırra dayıyorlar: Kanun onların, onlar kanunun.
Bunlara karşın, Akbelen’deki direniş gene de bir ölçüde toplumsal ilgiye mazhar olabildi. CHP, “Akbelen Ormanı’nda yapılan ağaç kesimini görüşmek için” TBMM’yi 8 Ağustos’ta olağanüstü toplantıya çağırdı.
Olur da Başkanı yol verir ve TBMM, CHP önerisini görüşürse devletin kundakladığı Cudi ormanlarını Yeşil Sol’dan başkası gündeme getirir mi ve bu kadarı doğayı ve gök kubbe altında yaşayan her halktan üretici köylüleri ve herkesi daha beterinden korur mu?
Bunların hiçbirinin olmayacağı TBMM “resmi” muhalefetinin aynı ilgiyi Cudi’deki büyük çaplı yangınlardan esirgemesinden, doğayı bir bütün olarak kavrama yeteneğinden yoksunluğunu ortaya koyuşundan belli. CHP milletvekilleri, Akbelen’de direnişe katılanları fişleyen jandarma çavuşlarına haklı olarak müdahale etseler de Cudi ormanlarının devlet eliyle ateşe verilmesine ne onların ne de sırtlarında TBMM’ye taşıdıkları eski AKP ve MHP’lilerin diyeceği bir şey vardı.
Oysa, alevleri göğe yükselen Cudi ormanların önünde “selfie” çeken kundakçılar elbette komutanlarının emirleri, engin hoşgörü ve teşvikleriyle gerçekleştirdikleri marifetlerini yalnızca kaydetmekle kalmayıp, o bet sesleriyle dillendirmişlerdi de: “Burayı da 81/3’lük (?) havanla patlattık. Kih, kih, kihhh… Teröristler! Bakın gördüğünüz gibi o tarafta da var…”
Şırnak, Cumhurbaşkanlığı seçiminde geçerli oyların yüzde 76’sını “Millet İttifakı” lideri Kemal Kılıçdaroğlu için kullanmıştı, Cudi ormanlarının “ödülü” Kılıçdaroğlu’nun derin sessizliği oldu.
Kurdistan ormanlarına yönelen saldırının amacı, Akbelen’e saldırıdan farklı olarak sermayenin tekil çıkarını -para için kömür çıkarmak- değil, genel çıkarını gözetmek: Sömürgeci egemenliğin “muhafaza ve müdafaası” için ormanı insansızlaştırmak. Yalnızca gerilla için değil, üretici köylüler için de ormanı yaşam alanı olmaktan çıkarmak, Kurdistan’ı Kürtsüzleştirmek, Kürdü yurtsuzlaştırmak. Bu yazın yangınları geçtiğimiz yılın ağaç kesim furyasının, ağaç kesim furyası 1990’ların Kurdistan toprağını “ot bitmez” hale getirme stratejisinin devamıydı.
Cudi ormanları, 2022 boyuncada yoğun ağaç kesimine maruz bırakılmış, Şırnak Baro Başkanı Rojhat Dilsiz Mardin Nöbetçi İdare Mahkemesi’ne yürütmenin durdurulması başvurusunda “[…] Şanlıurfa Bölge Orman Müdürlüğü’nün resmi verilerine göre hukuka aykırı bir şekilde iki yıldan beri devam eden ağaç kesimleri[nde] sadece 7 ayda [Şırnak’taki} orman varlığı[nın] yüzde 8 azal[dığını]” açıklamıştı.
Akbelen’de olduğu gibi Cudi ormanlarında da Anayasa ve “doğal hukuk” İdare Mahkemesi’ne yol göstermedi. Dahası, orman yakmak asker eğlencesine, orman kesmek korucuların müşterekleri talan etme özgürlüğüne dönüşürken kimsenin sırtını dayayacak bir kanun aramak için zahmet etmesi bile gerekmemişti: “Mevzu vatan” olunca “resmi” muhalefet ve anaakım “doğa koruyuculuğu”nun ekosistemi Fırat’ın doğu yakasında son buldu. Sanki görülmezlerse yangınlar Anadolu-Mezopotamya ekosisteminin orman varlığını yok etmemiş sayılır, yeryüzü envanterinden silinmeleri fark edilmiş gibi yapılabilirdi…
Aslında yaşam kaynaklarına sımsıkı sarılan İkizköylü kadın, çıkış yolunu kendileri adına konuşmaya kalkan herkesten iyi tanımlıyor: “Biz hava, toprak ve suyumuzdan başka bir şey istemiyoruz. Canlılarla birlikte insanca bir yaşamdan başka da bir şey istemedik […] Ama mücadele bitmeyecek. Mücadele çok uzun soluklu. Son ağaç kalıncaya kadar ve burasını madene döndürmemek için asıl mücadelemiz şimdi başlıyor. Herkesi buraya bekliyoruz.”
Cudi ve Akbelen köylülerinin dolaysızca deneyimledikleri gibi Türkiye ve dünya kapitalizmi ve sömürgeciliği, halkların yaşam kaynaklarına, başka bir deyişle müştereklerimize saldırmadan varlığını sürdüremeyecek ve kapitalist uygarlığın bütün tarihinin anlattığı gibi kapitalizm altında “Canlılarla birlikte insanca bir yaşam” olamayacak. Ya biri ya öteki…
Bu “çok uzun soluklu mücadele”den gayri her şey yalan. Ya yeni, ekolojik-demokratik bir uygarlık için bütün ülkelerde birden ayağa kalkılacak ya kapitalist uygarlığın ateşinde kaynayıp kavrulan bir dünyayla birlikte yok olunacak…
Can Yücel’in zamanında dediği gibi “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”!