İktidar ve ortağı sayın Öcalan’a çağrı yapacaklarına bu sorunun bu kadar derinleşmesindeki paylarını görüp kendileri harekete geçmelidir. Aksi taktirde bu söylemler sadece söylenmiş olan sözlerin ötesine gidemez
Herdem Fırat
Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışında DEM Partililer ile görüşmesi ve sonrasındaki gelişmeler Türkiye’nin gündemini oluşturmaya devam ediyor. Sadece Türkiye’nin gündemini de değil Ortadoğu ve dünya genelinde yankı buldu. Dün Bahçeli’nin konuşması sonrası birçok uluslararası yayın kuruluşu da konuyu gündemlerine aldı. Haliyle herkes bu konuşmanın perde arkasını ve sonrasında olacakları merak ediyor.
Bahçeli’nin tavırları öncesinde Erdoğan “İsrail’in bir sonraki hedefi vatan topraklarıdır” diyerek ‘birlik ve beraberlik’ vurgusu yaptı. Sonrasında Bahçeli de iç barışı sağlama adına DEM Partililere el uzattığını belirtmişti. Bunun üzerine DEM Parti Eşbaşkanı da Ortadoğu’da ‘yeni sınırların oluşturulmak istendiğine’ vurgu yaparak halkların aleyhine oluşacak yeni bir düzenin karşısında hep birlikte mücadele etme çağrısı yaptı.
Ortadoğu ve Arap Baharı
Mesele şu ki 100 yıl önce Ortadoğu’da kurulan düzen hegemonik güçlerin çıkarlarına göre artık işlemiyor. Onun için kendilerine göre yeni bir düzen kurma arayışları uzun bir süredir devam ediyor. Önce Saddam rejimine müdahale edildi, sonuç alınamayınca Arap Baharı’na çöreklendi, yine hesaplar tutmayınca bu sefer İsrail ve İran gerilimini üzerinden yeni bir plan devreye konuldu. İsrail önce Arap devletlerin çoğu ile Abraham Protokolleri çerçevesinde diplomatik ve ticari antlaşmalar imzaladı. Daha sonra 7 Ekim saldırısı üzerinden İran’ın Ortadoğu’da geliştirdiği direniş eksenini hedef almaya başladı. İran molla rejimi kurulduktan sonra çeşitli ülkelerde vekil güçler inşa ederek Şii Hilalini (İran’ın merkezde olduğu Azerbaycan, Bahreyn, Yemen, Irak, Suriye, Lübnan) oluşturma stratejisi yürütüyor. Kudüs Gücü altında bu ülkelerin neredeyse tümünde askeri milis yapılanmalar geliştirdi. Bu askeri yapılanmalar Arap Baharı sürecinde her yerde, hegemonik güçlerin oluşturmak istediği düzenin karşısında yer almaya başlardılar. Özellikle Rusya’nın da desteğini alarak mevcut devlet yönetimlerine paralel olarak devletleri kendi kontrollerinde tutup Direniş Ekseni’ne destek sağlamaya çalıştılar. 7 Ekim saldırısıyla İsrail doğrudan Direniş Ekseni içinde yer alan güçlere saldırmaya başladı. İsrail uyguladığı strateji ve hegemonik güçlerden aldığı destekle şimdiye kadar istediğini büyük oranda başarmış görünüyor. Öyle anlaşılıyor ki hegemonik güçler İsrail eliyle İran destekli güçleri önce askeri olarak zayıflatıp daha sonra siyasi çözüme zorlayacak. Ukrayna’da tıkanan Rusya, Tayvan ile meşgul edilen Çin’in İran’a yeterli desteği veremediği ortada. İsrail ise askeri ve maddi destek alarak durmadan ilerliyor. İşte bu noktada Türkiye bu yeni planda kendisine oyun kurucu bir rol verilmediği için oyunda kalma adına şimdi yeni bir politika devreye sokma arayışında.
Erdoğan yönetimindeki Türkiye, Ortadoğu’da hakim olma adına İran’ınkine benzer bir strateji denedi. Önce İsrail’e çattı, Arapların desteğini almaya çalıştı. Kısmi olarak bunu başardı da. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da vekil güçler üzerinden hakimiyet alanı kurmaya çalıştı. Bunun için özel askeri danışmanlık şirketleri kurdu, MİT’i yeniden yapılandırarak operasyonel güç konumuna getirdi. Ancak ne yaptıysa İran gibi sahada etkinlik kuramadı. İran’ın dayandığı ideolojik zemin daha güçlüydü. İran’ın Şiiliğin merkezi olması vekil güçleri kontrol ve idare etmesinde görece daha kolaylık sağlıyor. Her ne kadar Türkiye Sünnilik ideolojisi üzerinden strateji kurmak istediyse de iki açıdan bu gerçekleşmedi. Birincisi Suudi, Mısır ve Katar gibi devletler dururken Türkiye’nin Sünni politikaların merkezi olması zordur. İkincisi Türkiye’nin desteklediği paramiliter güçler her ne kadar Sünni mezhebine mensup olsalar da mezhepten önce siyasi ve maddi kazanç ön planda oldu. Şiiliğin birleştirici gücü karşısında Sünni gruplar birbirine karşı hep çıkar çatışmaları içinde oldu. Erdoğan’ın yürüttüğü Rusya yanlısı politika da Arap Dünyası içinde olumsuz karşılandı. İran daha çok devlet yönetimleri içinde etkili olmaya çalışırken Türkiye’nin doğrudan işgal ve ilhak yaklaşımı Arapların ilişkilenmesinin önüne geçti. Yazıyı yazdığım bu esnada ABD yönetimi Suudi Arabistan’a, İsrail ile ilişkilerini daha da geliştirmesi çağrısında bulunuyor. Araplar Türkiye üzerinden değil de İsrail ile ilişkiler üzerinden sürece dahil edilmek isteniyor.
Toplumsal çürümenin etkileri
Türkiye’nin en büyük sorunu ise Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü savaştır. Kürtler diğer bölge devletleri ile kısmen bir uzlaşma sağlarken Türkiye her yerde Kürtlerle doğrudan savaş politikası yürüttü. İran, Irak ve Suriye her ne kadar Kürtlerin taleplerine olumlu bir yaklaşım ortaya koymasalar da doğrudan savaş içine girmediler. Türkiye bu süreçte Kürdistan Özgürlük Hareketi’ni bitirme adına nerede bir Kürt varsa saldırmaya başladı. Japonya’nın Kürtçe dil kursu açmasına bile müdahale edecek noktaya getirdi. Kürt karşıtı Cumhur İttifakı varlığını Kürt’ün yokluğunda gördüğü için tüm imkanlarını bunun için seferber etti. Gün geçtikçe bu politik strateji ekonomik ve siyasi olarak Türkiye’yi çöküşe götürdü. Sadece ekonomik ve siyasi olarak da değil ahlaki ve vicdani olarak da çöküşe götürdü. İktidar yanlısı kesimler çeteleşerek bürokrasinin her yerine yerleştiler. Özellikle Soylu döneminde Kürt karşıtlığı üzerinden devlet içinde büyük bir çeteleşme gelişti. Kürt’e küfür eden ve Kürt’e saldıran ne kadar çete varsa devlet onlara kucak açtı. Savunmasız ve sivil insanları katletme, sokak ortasında linç etme, her yerde kadın ve çocuklara saldırma rutin bir hal aldı. Tüm pislikler ve ahlaksızlıklar Kürt karşıtı söylemlerle sümenaltı edildi, göz yumuldu. Sonuç, toplumsal çürüme oldu.
İktidar şehirlerde Kürtlere, kadınlara, gayrımüslimlere, azınlıklara karşı cadı avı başlatırken dağda, ovada HPG’lilere karşı tank, top, SİHA, İHA, uçak, kimyasal, taktik nükleer… ne kadar savaş aracı varsa kullandı. Yasaklı, yasaksız demeden karada gördüğü her canlıyı vurmayı marifet sanıp dünyaya savaş araçlarının reklamını yaptı. Yine de kadar saldırı yaptıysa sonuç alamadı. Kırk yıldır tekrarlanan ‘bitiriyoruz’ nakaratını söylemenin ötesine geçemedi. Bu olmayınca şimdi söylem değişikliğine gittiler. PKK Lideri sayın Öcalan’ı Meclis’e davet edecek kadar büyük laflar ediyorlar. CHP lideri de Kürtlere tüm devleti öneriyor. Sanki bu kadar imha ve inkar politikasını yürüten onlar değilmiş gibi. İktidar ve küçük ortağı bunca çürümüşlük sonrası çıkıp çağrılar yapıyorlar. Çağrıların içeriği ise kurnazlıkla dolu. Tüm bu çürümüşlüğü üstlerinden atma gayretindeler. Sadece kendileri konuşuyorlar. Tek taraflı rolleri de kendilerini belirlemek istiyorlar. Bu yaklaşım daha başlamadan bitmeye mahkumdur. Kürtler daha fazla söz ve çağrı değil somut çözüm adımları bekliyorlar.
Abdullah Öcalan’ın çağrısı
PKK Lideri sayın Abdullah Öcalan daha 90’lı yıllardan beri sorununun demokratik çözümü için bir muhatap aradığını her açıklamasında belirtti. Her çağrısına inkar ve imha politikasıyla karşılık verildi. Onun için yapılan çağrılar elbette gözardı edilemez ancak bu konuda devletin sicili o kadar çok kötü ki bu sözleri ciddiye almak için Kürtler haklı olarak ‘buyrun gereğini yapın, elinizi tutan mı var’ diyorlar.
Şimdi akıllarda şu soruların cevapları aranıyor;
İktidar gerçekten Kürt sorununun demokratik çözümüne dair bir kanaate mi vardı yoksa sadece taktik olarak zaman mı kazanmaya çalışıyor?
Sorunun kalıcı çözülmesi için demokratik reformlar yapmak yerine her zamanki gibi ‘koşulsuz silah bırakın’, ‘devlet terör ile masaya oturmaz’ nakaratını mı tekrarlayacak?
Kürtler haklı olarak çok temkinli hareket ediyorlar. Son kırk yılda Kürtlere yaşatılanlar kolay kolay hafızalardan silinmeyecek. Elbette demokratik bir çözüm olmalı. Hemen olmalı. Ancak gerçek bir çözümün olabilmesi için yaşanılanları sineye çekip sessiz kalınması yerine yaşanılanların bir daha olmaması için her daim hafızada canlı tutmak gerekir. Kürtler bağrına yeterince taş bastı artık bağrına taş basmak istemiyorlar. Kendilerine yaşatılanların hesabının sorulmasını ve kendilerinden özür dilenmesini istiyorlar. Bu da çağrılar yaparak olmaz. İktidar ve ortağı sayın Öcalan’a çağrı yapacaklarına bu sorunun bu kadar derinleşmesindeki paylarını görüp kendileri harekete geçmelidir. Aksi taktirde bu söylemler sadece söylenmiş olan sözlerin ötesine gidemez. Kürt halkının ve özgürlük mücadelesine öncülük eden örgüt ve partilerin de gelişen durumu iyi görüp ona göre politik strateji geliştirmeleri sadece kendileri için değil Ortadoğu halklarının geleceği için elzemdir.