AKP’nin hazırladığı, Çevre Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, marketlerde poşetlerin 25 kuruş olması gibi öne çıkarılan yasa maddesi meclise sunuldu. Muhtemelen önümüzdeki günlerde de yasallaşacak. Kanun teklifinin genel amacına bakmadan önce poşet meselesinin arka planlarında nasıl bir soygun olduğunu görmeye çalışalım.
Plastik kirliliğinin deniz, göl, akarsu ve toprakları ciddi boyutlarda kirlettiği bir gerçek. Bu gerçeğin dünyada ve Türkiye’de ele alınış biçiminde ise problemler var. Halkın marketten aldığı poşete bir bedel koymak ve bunu zorunlu kılmak plastik kirliliğini asla gidermeyeceği gibi hiçbir oranda da azaltmayacak. Tasarıda, Türkiye bir ekonomik kriz içinde debelenirken bu krizin tüm yükünün halka çıkarılacağını gösteren birçok veri var.
Özellikle alış verişlerinin merkezi haline gelen AVM’ler mevcut iktidar için önemli. Bu merkezlerde ise çok ciddi sorunlar gündemde. Halkı AVM’lere mahkum eden iktidar bu AVM’lerin kapanması halinde tökezleyeceğini çok iyi biliyor. Ancak buna rağmen AVM kapanışları başladı bile. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Ataköy’de çok lüks bir AVM kapısına kilit vurdu. AVM ler ve diğer şirketler için kurtarma paketleri hazırlayan iktidar poşet meselesinde de bir oyun içinde olduğunu düşündürüyor. Poşet meselesinin gündem yapılması olayın sadece bir yüzünü gösteriyor. Asıl hikaye ‘çevre ve atık’ yönetmeliğinde saklı.
Atık yönetmeliğine gelmeden önce poşetin paralı hale getirilmesi ile nasıl bir rantın ortaya çıktığına bakmak gerekiyor. Türkiye’de yılda yaklaşık 200 bin tonluk alışveriş poşeti üretiliyor. Poşeti marketler kaç liradan alıyor olabilir? Kilosu ortalama 4 lira. Ortalama 1 kiloda 140 adet poşet var. Yani bu durumda market 4 liraya aldığı poşeti 35 liraya satacak. Yönetmeliği hazırlayanlar poşet kullanımının yüzde 50 azalacağını öngörüyor. Bu durumda hesap yine değişmiyor 4 liraya alıp 17,5 liraya satacaklar. Yani burada ciddi bir bedel halkın cebinden marketin cebine taşınacak. Küçük bir bedel olduğunu sakın sanmayın 200 bin ton yani 280 milyon adet poşetten söz ediyoruz.
İngiliz Guardian gazetesinin yayınladığı bir haberde Türkiye’nin İngiltere’den 2018 yılı ilk 3 ayında 27 bin 34 ton plastik çöp aldığı yer almıştı. 2017 yılı içinde ise toplam ithalat 205 bin ton olduğu belirtildi. 2018 yılında ise 500 bin tonlara ulaşması beklenen plastik atıklara binlerce ton farklı atıkta eklendiğinde Türkiye coğrafyası bir çöp atık merkezine dönüştürülmüş olacağını söylemek abesle iştigal etmek anlamına gelmiyor. Türkiye’de toplanan çöplerin sadece yüzde 1’inin geri dönüşüme tabi tutulduğu bilinirken bu ithalatın geri dönüşüm amacıyla yapılmadığı anlaşılabiliyor.
2011 yılında ise 55 bin ton plastik atık ithalatı yapılmıştı. Son 5 yıl içerisinde sadece atık plastik özelinde dış ticaret açığı 128 milyon euroya ulaştı. 6/10/2010 tarihli ve 27721 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Atıkların Yakılmasına İlişkin Yönetmeliğe, 7 Nisan 2017 ek maddeler eklenmişti. Hazırlanan yönetmelikte, “Kurşunasitli akümülatörler, kurşundan olan elektrik pilleri, bataryaları ve elektrik akümülatörlerinin döküntü ve hurdaların” ithalatı mümkün hale getirildi.
Meclise sunulan düzenlemede göze çarpan bir diğer önemli şey, ise ‘ÇED gerekli değildir’ raporlarının tarih olacağı. Bundan böyle bakanlık temsilcileri ‘ÇED olumlu’ raporu hazırlayacak. ÇED’in gerekli olup olmadığı değil, bu ÇED raporuna kimin ihtiyacı olduğuna bakılacak. Bu yolla ÇED raporu alınamayan projelerde isim değişikliği yapılarak sanki ÇED için gerekli incelemeler yapılmış gibi gösterilecek. Kanunda ayrıca, ‘Karayolları Trafik Kanunu’nda da değişiklik yapılarak ‘Yaban Hayatı Koruma Alanları’nda bundan böyle köprüler, yollar vb. inşaatların yapılabilmesi mümkün kılınarak, inşaat sermayesi önündeki tüm engeller kaldırılacak. Ayrıca Kıyı Kanunu’nda değişikliğe gidilerek, deniz sularını atıklarla doldurabilecek projeler onaylanacak ve deniz ile göllerin üzerine enerji üretim santrallari yapılabilecek.
Yukarıda dikkat çekmeye çabaladığımız tüm olgular, Türkiye’nin bir TC A.Ş’ye dönüştüğünü görmemizi sağlayan nitelikte. Yani önümüzdeki süreçte ‘milli-yerli’ gibi demogojilere bile ihtiyaç duyulmadan yaşamın her alanı şirket çıkarlarına bağlanacak. Bu duruma engel olunamazsa vay halimize…