Azad Barış
Onun başlattığı düşünsel isyan sadece metafor düzeyinde kalan bir itiraz değildi, kuramsal bağlamda kadını nesneden özneye dönüştüren bir yenilikti. Ortadoğu gibi bir yerde 1970’lerin başında kadının kendi üzerine düşünme zemini bulması için baskının en keskin kılıcına göğsünü dayayarak Kadın ve Cinsellik (Women and Sex) çalışmasını kamuoyuna sundu. Din kisvesi altında kadına esaretten de daha aşağı bir yaşam biçimi dayatan ataerkil erkin yüzüne aynen bir gök taşı gibi çarptı. Çocuk yaşta bizatihi mahremiyetinin en onur kırıcı işgalini yaşamış olan biri olarak, ruhsal dünyasındaki erkek imgesinin kanlı seremonisini hatırda tutarak, kadın sünnetinin “genital sakatlama” olduğunu haykırmıştı. Kendisi tarihin en derin öfkesiyle kadim Mısır’a yayılan o haykırış “Tanrı Nil Kıyısında Öldü” (God Dies by the Nile) diyecek kadar güçlüydü.
Nawal El Saadawi, daha sonra kendi otobiyografik eserinde bedensel sakatlama ile ruhsal kanamanın erkek dünyasının temsilini babası üzerinden tarif edecekti. “Varoluşumun bağımsız farkındalığının farkına varmam iç dünyamı şekillendirdiği gibi dış dünyaya da bir biçim vermektedir. Bu yeni dünya “Babamın evrenini, toprağını, memleket ve ulus algısını, dinini, dilini ve hatta ahlaki kodlarının dünyasını değiştirecek ve etrafımdaki dünyanın halini alacaktır.”
Onun kadın bedeninin işgalinde yaşayan erkek bedenlerin mevcut dünyasına alternatif bir yeni dünyanın inşasıydı onu ebedi huzursuzluğun kıyısına savuran. Yani zoraki biçimde esnetilmiş zamanın ruhuna karşı yeni dünyanın mekân hatları somutluk kazanarak var olacaktı. “Her şeyin akışkan olduğu, yerle gök arasında hiçbir temsili gücün olmadığı” (Hidden Face of Eve), umudun gökyüzünün mavisine karıştığı bir dünya varlığını vurguluyordu, tanrının öldüğü Nil Nehri’nin kıyısında.
Nawal El Saadawi, Mısır’dan çıkan Arap dünyasının en büyük yazarlarından biriydi. 1931’de Kahire’ye bağlı küçük bir köyde doğmuştu. Yazılarıyla, olağanüstü karakteriyle ve baskılara karşı mücadele azmiyle eşsiz kadınlardan biriydi. El Saadawi, kadınlara cinsiyet ve sınıf bazında dayatılan baskıları kabul etmediği için sansürlendi, hapsedildi ve sürgüne gönderildi ama yine de mücadeleye devam etti ve 40’a yakın dile çevrilmiş 50’nin üzerinde kitap yazdı. “Isis’in Kızı” (Daughter of Isis) adıyla kaleme aldığı otobiyografisini tekrar okurken bu olağanüstü kadının içinde, özgürlük savaşçısını yaratan çocukluğun duyumsal dokulu bir portresini çizdiğini fark ediyor insan. Genç bir yetişkin olarak, bir doktor olarak, kendi yaratıcı gücünü nasıl bir silaha dönüştürdüğünü ve kelimeleri adaletsizliğe karşı nasıl bir isyan eylemi haline getirdiğini görüyoruz.
Lakin, Ortadoğu’da kadın olmak kederle gam arasında bir ara dünyada yaşamak demektir. Ortadoğu’da kadın ve feminist olmak zulmün bütün oklarını üzerine çekmek demektir. Tüm sorunların başlıca sebebi olmak demektir, Ortadoğu’da etkin özne olarak kadın olmak. Belleğin kamçılanmış hali ve zihindeki dünyanın ilk karışıklığıdır Ortadoğu’da yaşayan kadın olmak. Nehirlere yatak, taşlara biçim ve dağlara yol bile vermiştir Ortadoğu Tanrıları ama “kendi özünde yarattığı erkeğin” kafasını hâlâ ilk günkü gibi boş bırakmıştır. En iyi masalları trajedi, en iyi hikâyeleri ise tufandır Ortadoğu’nun. Tanrıları hilebaz ve birbirlerini alt edecek kadar öfkelidir. Ortadoğu sanıldığından daha barbar ve merhametsizdir. Söylemleriyle harikalar diyarı yaratırken icralarıyla mukaddes kitaplardaki cehennemin ta kendisidir. Zalimler için 1001 Gece Masalları’nın anlatıldığı periler diyarıyken kavimler için meçhul bir mezarlıktır. Erkekler için 70 huri tasviri, kadınlar için ipekten bir kefendir Ortadoğu ve onun mirası.
İşte tam da bütün bunlara karşı bir meydan okumadır Nawal El Saadawi’nın piramitlere çarpan sesi. El-Azhar Üniversitesi’nden bir babanın kızı olarak daha ilk üniversite yıllarında politik kimliğiyle dikkatleri üzerine çeken bir öğrenciydi. Neredeyse bütün eserlerinde cinsiyet ayrımcılığı, kadına yönelik şiddet, sömürü ve kadının mevcut toplumsal konumunu ele alan El Saadawi, Mısır ve Arap dünyasının en önemli sosyalist feministlerden biri olmasının yanı sıra; yirmili yaşlarından itibaren her platformda kadın haklarını ve kadın-erkek eşitliğini savunan önemli bir aktivist olarak adını tarihe yazdırdı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine kendi varlığını bina eden eril dünyanın Tanrılardan feyz almasının bariz bir “bellek zayıflığının” göstergesi olduğunu ortaya çıkarmak için “Sıfır Noktasındaki Kadın” eseriyle çığır açıcı bir başlangıç yaptı. Onun kuram dünyasındaki “sıfır nokta” kadının dünyasının sınırlarını çevreleyen çemberin “karanlık sonu” demekti ama sonun bu hali ve ifade ediliş biçimi aynı zamanda simbiyotik bir ironi içeriyordu. Başka bir ifadeyle sınır çizgisi anlamında kullanılan bu kavram, mecaz anlamda hem bir son hem de yeni bir başlangıcın çıkışı demekti.
Kültürel ambardaki tohumla entelektüel tözün buluşmasında ifadesini bulan dual anlamlı son sınır çizgisi yeni bir çıkış yoluna da dönüşebilecek bir mefhuma sahipti onun kuramında. Hayatı boyunca kadim Mısır’ın başına bela olmuş hiçbir rejimle uzlaşmadı ve erkek egemenliğini pekiştiren ataerkil zihniyete karşı hep öncül bir rol oynadı. Buradan hareketle Sıfır Noktasındaki Kadın’ın toplumsal konumunu cinsiyet eşitliği üzerinden kavramsallaştırdı ve sömürünün tarihini Firdevs adında bir “sokak” kadınının hayat hikâyesiyle gözler önüne serdi. Kadın dünyasının bütün öfke dalgalarını bir araya getirmek üzere ortaya koyduğu bu hikâyeyle ataerkil çarkın bükülmez gibi görünen halatının ilk tellerini kopardı 1975 yılının sonbaharında. Çarkın o bükülmez halatını soylarının geleceğine bağlayan erkek zihniyetinin büyük piramidi o cesur kadın karşısında adeta sarsılmaya başlamıştı.
Erkek dünyasının kurbanı olarak seçilen binlerce kadından sadece biri olan Firdevs’e dayatılan “hayâsızlığa” odaklanarak zulmün rolüne karşı dili ve kalemiyle meydan okudu. Toplumun rızası ve “dinin kutsi sopasıyla” esarete dönüşen Firdevs’in hayatının erkek şiddeti neticesinde “sıfır noktasının” altına düşürüldüğünü belirten yine o oldu. Kadınların Mısır başta olmak üzere bütün bölge ülkelerinde yaşamın son sınırına sürüklendiğini “bedeni erkekler tarafından pazara sunulan” Firdevs hikâyesinin aynı zamanda ataerkinin zulmü altında ezilen ama henüz bilince çıkaramayan diğer kadınlar için de geçerli olduğu söyleyerek Mısırlı kadına sıra dışı bir başkaldırı mesajı verdi.
Nawal El Saadawi, o günden sonra onun kendi yaşamı da bitmeyen bir mücadele döngüsüne girdi ve Mısır feminist hareketinin yoluna kalıcı taşlar döşedi. Yaptığı tüm eylemler ve yayınladığı makalelerin tamamı Mısır ve Arap dünyasında kadın olmanın zorluklarını gözler önüne sermiş ve kadının “sıfır noktasına” itilmesinin ve “silikleştirilmesini” kışkırtıcı ve yaratıcı bir eleştirellikle işlemiştir. El Saadawi, “Mısır kadın hareketinin sözcüsü ve hatta büyükannesi” olarak tarihe geçmiştir. O, işini kaybetmiş, evliliğini sona erdirmeye zorlanmış, öldürülmeye çalışılmış, hapse atılmış ama hep onurlu yaşamıştır. Arkasında asil bir kadın geleneği, koca bir mücadele, 50’yi aşkın kitap, bir oğul, bir kız ve boşadığı üç erkek bıraktı. O Nil’e döndü ama ruhu hep aramızda olacak. Romalıların doğru bir hayatı yaşayanların ardından dediği gibi,
O YAŞADI!