Necati Sönmez
Avrupa ve ABD’deki aşırı sağcıların ‘nativism’ söylemini, Türkiye’de kendini sosyal demokrat zanneden bir parti sahiplendi. Trump’ın bayrağı, ana muhalefetimize hayırlı olsun!
Türkçeye “yerli-ve-millicilik” diye çevirebileceğimiz nativism’i sözlükler, göçü ve göçmen girişini engelleyerek yerel halkın etkilenmesini engelleme temeline dayanan siyasal akım olarak tanımlıyor. “Sınır namustur” gibi korkunç bir slogana sarılanlar, açıkça söyledikleri gibi ülkeye sığınmış ‘yabancı’ları sınır dışına göndermeyi, sınırları sıkıca kapatmayı, gerekirse Çin Seddi gibi duvarlar örüp önlem almayı savunuyor. Ki muhalefet eder gibi göründükleri iktidar da bunları yapmaya dünden razı; bugünlerde Van sınırına 64 km’lik beton bir duvar örüyor mesela.
Mülteci/göçmen karşıtı olanların hepsini ırkçılıkla suçlamak haksızlık olur. Mültecileri kimlikleri ve etnik aidiyetlerinden dolayı aşağılamayan, ama ülkesinde de istemeyenlerin önemli bir kısmı aslında nativisttir. “Irkçı değilim” diyerek kendilerini ısrarla savunmalarında bir haklılık payı vardır; kendisinin üstün ırk olduğunu düşündüğü için değil, burada doğmuş olmasına dayanarak bu toprakların asıl sahibi ve yararlanıcısı olduğunu savunduğu için mültecilere karşıdır. Ne var ki, yolu yabancı düşmanlığına (xenophobia) çıkan bu siyasi tutum ve düşünce biçimi, ırkçılık kadar berbat ve tehlikelidir.
ABD’li gazeteci Brendan O’Connor, bu sene başında yayınlanan “Blood Red Lines: How Nativism Fuels the Right” adlı kitabında, son dönemin ABD siyasetinde bu akımın aşırı sağı nasıl beslediğini, sınırlardan mülteci/göçmen geçişine odaklanan söylemin Trump’ı başkanlığa nasıl taşıdığını anlatır ve “sınır faşizmi” kavramını ortaya atar. Ona göre günümüzde aşırı sağ gündeminin ilk sırasına sınır meselesini yerleştirmiştir. Dünya çapında yaşanan, üstelik kendilerinin yarattığı derin krize çözüm olarak önerdikleri şey, sınırları sıkıca kapatmaktır. ABD özelinde Meksika sınırına boydan boya duvar örme projesi, “America First” (Önce Amerika) sloganı, üçüncü dünyadan gelenlere uygulanan seyahat kısıtlamaları, hepsi aynı politikanın ürünüdür.
Oysa biliyoruz ki, modernleşmenin en berbat icatlarından biri olan ulus-devlet ve yanında eşantiyon olarak gelen sınır (hudut), tıpkı “namus” gibi yapay, ikiyüzlü, eşitsizlik ve hiyerarşi üreten kurgusal bir şeydir. Sınırın içinde kalanı homojen bir “biz”, dışında kalanı tehditkâr “öteki” olarak kurgular ve öyle olduğunu kabul ettirmek için kan dökmekten çekinmez. Sınırın içindeki büyük sermaye sahibiyle yanında çalışan işçinin -ya da çalışamayan işsizin- aynı “biz”e ait olduklarını, ama sınırın dışında benimle aynı dertlerden muzdarip, geleceğe dair benzer hayaller kuran, kimi sınır boylarında akrabam olan kişinin “öteki” olduğunu dikte eder.
O sınırı kutsayanlar, dünya görüşü 180 derece farklı olan hemşehrisini bağrına basarken, kendisiyle aynı dünyaya hasret olan mülteciyi istemez. Suriyelileri bu toprakların ‘yabancısı’ sayarken, her sene büyük zafer diye kutladığı Çanakkale Savaşı’nda kaç bin Arap gencinin öldüğünü de düşünmez mesela. Veya o tarihten önce, gurur duyduğu atalarının Arap coğrafyası başta olmak üzere sömürge topraklarında işlediği günahları, ektiği tohumları bilmek, hatırlamak istemez, kendi ülkesinin sömürgeci geçmişiyle veya halihazırdaki kolonyalist pratikleriyle yüzleşmekten kaçınır. Kürt köylerinin yakılmasıyla sorunu yoktur, ama evi yakılanların büyük şehre akmasından hoşnutsuzdur.
Bat Ye’or adlı bir aklıevvelin ortaya atarak Avrupa aşırı sağına hediye ettiği, “Avrupa kıtası gün gelecek Araplar tarafından tamamen işgal edilecek” paranoyasına dayanan ‘Eurabia’ diye bir kavram var. Bundan on yıl önce Oslo’da 69 genç insanı gözünü kırpmadan öldüren Norveçli katil Breivik, yayınladığı manifestoda bu sözcüğü diline dolamıştı. Şimdi Türkiye bağlamında sağcısı, sözde solcusu, sosyal demokratı, laiki, ulusalcısı, vatanseveri bu söylemin yerli ve milli versiyonunu sahiplenmiş görünüyor. Anayasanın ayaklar altına alınarak diktatörlüğün tesisine karşı bir araya gelemeyenler, mülteci/yabancı düşmanlığında buluşuyor. Altındağ’da görüldüğü gibi bir sonraki adımda yerli Breivik’lerin peydah olması işten bile değil.
Doğada görünmez sınırlar vardır ve insan ırkının buna saygı duyması gerekir; yaban hayatı ile insan toplulukları arasındaki aşılmaması gereken sınır gibi. Ama dikenli tel yoktur. Kuşlar, dereler, denizler, bulutlar, rüzgâr, yağmur sınır tanımaz. Sınırlara “namus” adına sahip çıkan sınır faşistlerinin, en hafif benzetmeyle, yanıbaşındaki gecekondu mahallesi ile arasına duvar ören ve giriş kapısına “güvenlik” adını veren varlıklı beyaz site sakinlerinden farkı yoktur.
Dikenli telle çevirdiği ve burası benim dediği bir toprak parçasını vahşi kapitalizme, şirketlere, cüzdanı şişkinlere her daim açık tutarken, ölümden ve açlıktan kaçanlara kapatmak, o çok sevdikleri kavramlarla söylersek, namussuzluğun ve ahlaksızlığın dikalâsıdır!