Soğuk savaşın bitişinden bu yana, özellikle de 21. yüzyılın ikinci on yılı boyunca dünyayı saran popülizm fırtınası içinde yeniden yükseliş gösteren milliyetçilik eğilimleri bir yandan anakronik bulunurken bir yandan da bu neo-nasyonalist akımları anlamakta ‘kolektif narsisizm’ kavramı, önemli bir analitik araç olarak kullanıma girmiş bulunuyor. Ama Wilhelm Reich ve Tom Nairn gibi 20. yüzyıl kuramcıları, bütün milliyetçiliklerin hamurunda ‘nasyonal narsist’ bir çekirdeğin varlığını saptamışlardı.
Milliyetçilik ideolojisi, 20. yüzyılın başı itibarıyla Batı toplumları için kurucu işlevini tamamlamış izlenimi veriyordu. Birinci Dünya Savaşı ertesinden itibaren ortaya çıkan milliyetçilikler ya bir geç kalmışlık hissiyle malûl ya da anakronik olmaya mahkûmdu. Türk milliyetçiliği, trenin son vagonlarından birini yakalamış olsa da bu geç kalmışlık ve dolayısıyla da mazlumluk hissini hiçbir zaman üzerinden atamadı. Diğer Balkan ve Ortadoğu ülkeleri gibi Osmanlı bakiyesi bir ulus-devlet olmanın keyfini çıkarmak yerine üç kıtaya yayılmış bir imparatorluktan iki kıta arasına sıkışmış bir ülkeye razı olmak mecburiyetinin ezikliğinden kurtulamadı. Cumhuriyetin ideolojik şemsiyesi altında geçmiş referanslarıyla yeniden ortaya çıkan milliyetçi varyasyonlar, istisnasız şizofrenikti. Türk ya da İslam (ya da ikisi birden) varlığına karşı birleşmiş olan ‘yedi düvelin’ iç ve dış mihraklar vasıtasıyla sürekli tehdit ettiği korunmaya muhtaç bir devlet, toprak ve millet üçlemesi sürekli hakim oldu.
Ama bu zayıf, mazlum ve sürekli tehlike altındaki millet, aslında ‘nizam-ı alem’ yaratmaya muktedir pek yüce bir kavmin soyundan olmak itibarıyla çok daha fazlasını hak ediyordu. İslamın yüceliğini yozlaşmış Batı bir türlü idrak edememektedir. Avrupa ve Amerika, jeopolitik projelerinde Türkün gücünü/kuvvetini ihmal etme gafleti içindedir. Hatta, aslında bu büyük güçler, Türk ve İslam potansiyelinin farkındadır fakat bunu açıkça kabul etmek yerine sürekli inkâr etmek işlerine gelmektedir. Bu ‘gerçek’ kudretin açığa çıkmasını engellemek için Ermeniler, Yunanlılar, komünistler ve Kürtler gibi iç ve dış mihrakları devletin başına sararak Türkün ve İslamın dirilişini geciktirme stratejisi gütmektedirler. Milliyetçi söylem, Sigmund Freud’un narsisizm tanımıyla tam bu noktada örtüşüyor. Ego şişkinliğinden muzdarip narsist, Öteki’nin aynasında kendi hakkındaki imgenin yansısını bulamamanın acısı içindedir. Böylelikle sürekli kendi kendini yaralayan egonun tek tazmin yolu olarak önünde saldırganlık seçeneği belirir. Cinsel saldırganlık başta olmak üzere…
Nasyonal narsisizm, büyük güçlere meydan okur gibi yapar fakat ancak gücünün yettiği ‘rakiplerine’ karşı soykırım, katliam, tecavüz, işkence; elinden geleni ardına koymaz. Sonra yeniden o Büyük Ötekilere dönüp kabul görme talebinde bulunur. Malazgirt savaşının dokuz yüz bilmem kaçıncı senesi merasiminde nasyonal narsisizm kendini şöyle dillendirir: “Muhataplarımız kendilerini mahvedecek adımlardan kaçınsın”. Muhataplar olmasa da bir kız çocuğu ‘kendini mahvedecek adımlar’ atmış, nasyonal narsist şebeke içinden bir çavuşun defalarca tecavüzüne maruz kalmış, bu iğrenç travma sonrası kendi canına kıymıştır. Şebekenin bir başka fonksiyoneri, bu nutuk atıldığı sırada muhtemelen hakimlere telefondan talimat vermektedir; çünkü devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, tecavüzcü çavuşun dokunulmaz olmasını gerektirmektedir. Belki de o çavuş, cinsel ilişkinin tecavüz ile aynı şey olduğu fikrini, ilkokuldayken kendisine okutulan “ayıya tecavüz ettikten sonra gusül abdesti alarak arınan tilki” hikayesinden almıştır; kim bilir. Yine o Malazgirt nutku çekildiği sırada, o kız çocuğunun hakkını araması gereken bir kadın avukat, kendisinin ‘adil yargılanma’ hakkı uğruna son nefesini vermektedir.
Nasyonal narsisizm, ‘kendini mahveden’ kız çocuğunun ardından ırkçı yüzünü gösterir ve Kürt hareketinin içinde yer aldığı HDP’de ortaya çıkmış (ve gereği yapılmış) bir şiddet vakası ile çavuşunun dokunulmazlığı arasında tuhaf bağlantılar kurmaya çalışır. Ve ölüm orucunda hayatını kaybeden avukat Ebru Timtik’in resmi İstanbul Barosu’na asılınca öfkeden kudurmuşa döner; cenazeyi kaçırarak (nekrofilik agresyon marifetiyle) misilleme yapar.
Belki de Netflix kapatılmadan önce davranıp Peter Greenaway imzalı “Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı” filmini bir kez daha izlemenin zamanı…