Yaşam tüm canlılara verilmiş bir armağan! Farklı insan-hayvan-bitki-makine öbekleşmeleri ile birlikte nefes almak! Yaşamın değeri, toplumsal sınıf, toplumsal cinsiyet, etnik köken ve inançtan bağımsız olmalı! Ne var ki, insan, toplum ve doğanın bedenine; ataerkil, türcü, ırkçı ve dinci bir kapitalist giysi geçirilmiş durumda! Kapitalist modernleşme, bizleri birbirimize, hatta kendimize yabancılaştırıyor, Öteki’ler, eşitsizlikler ve ayrımlar üretiyor. Yası tutulabilir hayatlarla yası tutulmayanlar bir değer hiyerarşisine tabi tutuluyor.
Bu değerler, kanaatler ve eylemlerimiz değişmez şeyler değiller. Heraklitos’tan beri öğrendik ki her şey değişir. Bizler bir özdeşlik, sabit bir kimlik, çerçevesi çizilmiş bir varlık değil, bir ‘oluş’uz. İstesek de istemesek de bir yandan bizler, bir yandan da bizi çevreleyen dünya değişir. Bu durumda tüm bu toplanışların orta yerinde akışkan bedenler olarak kendimizi yeniden inşa ederiz.
Yaşamı olduğu haliyle muhafaza etme düşünce ve eyleminin boğucu bir yanı var. Oysa kurucu olanın farklılaşmak ve farklanmak olduğunu seziyoruz. Farklanma arzusu bilincimizin pek de kabul etmediği gölgemiz/düş gücümüzle ilgili. Gölgemiz bizi bilinçdışının yaratıcı derinliklerine götürür. Öğrenmeye ve deneylemeye yapılan yolculuğumuz, sürüden, gettolarımızdan, egemen asamblajlardan ayrılmaya ve azınlık-oluşa doğru taşır. Laik-mahallede azınlık-oluş, muhafazakâr mahallede azınlık-oluş, ataerkil mahallede kadın-oluş, ırkçılık karşısında Kürt-oluş, kapitalist toplumda sol-azınlık oluş. Sürer, gider oluşlar…
Kadın dediğin böyle davranır! Erkek adam ise böyle! Devam eder: Böyle yaratıldık. Der, ikili biyolojik ve toplumsal cinsiyet düzeni! Oysa yaşam çoğuldur. İstanbul Sözleşmesi’nin cinsiyetsizleşmeyi teşvik ettiğini söylüyor siyasal İslamcı erkekler. Bu doğru değil! Gerek düşünce gerekse pratikte yaşam iki ile sınırlı değil, toplumsal cinsiyet bağlamında sonsuzca çoğalmalar, farklanmalar ve özneleşmeler söz konusu. Üstelik yaşama verilen değer, birbiriyle aynı. Şiddet görmeden yaşama hakkı!
Savunulan ataerkil sözleşme, gündelik iktidar ilişkileri içine sızmış normlar ve kurallar olarak mülkiyet sözleşmesi, Türklük ve Müslümanlık sözleşmesi ile birlikte çalışıyor. Yazılı değil, ama sinsi bir biçimde kesişerek hayatın tüm akışlarına karışıyor. Burjuva, okumuş ve işçi sınıfından kadınlar, şiddetin çoklu veçheleri ile karşılaşıyorlar. İktidar alanlarında kadın bir mülk, edinilmiş bir “şey”, hatta bir “mal”; cinsiyetli, sahipli erotik bir beden olarak ikincilleşiyor. Kadın, erkeğin belleğine bir “şey” ve üzerinde her tasarrufta bulunabileceği bir “mal” olarak kaydediliyor. Namus cinayetlerini kahramanlık olarak gösteren zemin tam da burası!
Hegemonik erkeklerle işbirlikçi erkekler ataerkil düzenin çıkarlarını beraberce savunurlar. Gelir, servet ve mülk hegemonik erkeklerde kalırken yükü çoktur işbirlikçi erkeğin, ‘namus’ları için yaşarlar. Onlar işyerinde ne kadar ezilirse ezilsin, işsizlik garabetinden ne kadar çok etkilenirse etkilensin, ataerkil düzenden bir pay alırlar. Bu pay, özel alandaki, evdeki, aile içindeki, sokaklardaki ayrıcalıkları ve kamusal alanın görmezden geldiği erkek yaşamlarıdır.
Anlaşılıyor ki erkeklerin önemli bir kısmı, mekânın ve zamanın bir yayılımında ‘köle’, başka bir dağılımında ise ‘efendi’dir. Kamusal alanda kendi temsillerini görürler, yaşamın kuytularına ve özel alana geçince kendi eril iktidarları başlar. Ataerkil iktidarın gözü ve kulağı, bekçisi olan erkek, ev halkını namus adına gözetime tabi tutar. Evdeki erk; gençlerin (saç, sakal, küpe, toka vb) ve kadınların bedeninden (etek boyu, örtünme, göğüs dekoltesi, oturma-kalkma, hizmet etme vb), onların zaman (evden çıkış ve giriş saatleri) ve mekân kullanımına dek (ne kadar uzağa gidebilecekleri) bir dizi denetiminden sorumludur. Özellikle kadının bedeni, kadının sesi, kadının gerçek ve dijital ortamdaki sözü gözetim altında tutulur.
Eril iktidar, koca döver de sever de sözünde tam karşılığını bulur. Gözetime karşı kaçış çizgileri örüldüğünde, erkeğin denetlenemeyen şiddeti, aile, iffet, namus için katlanılması gereken bir tür kötülük olarak ‘idare’ edilir. Erkek taşkınlık yapabilir, dövebilir, küfreder, hatta öldürebilir de. Erkeğin öfkeli hallerini sineye çekmeye ve telafi etmeye yönelik mekanizmalar mizojin, yani kadın düşmanlığı düzeyine ulaşabilir. Bu durumda kadın cinayetleri için çanlar çalmaya başlar.
Erkek egemenliği ile uzlaşan bir kadının, kızının mezarı başında ağlayan anneye tavsiyesi çok sarsıcı: “Gömdüğüne değil, hapishaneye gönderdiğine ağla!” Değerli olan erkek çocuk, hapishaneden çıkacak, yaşayacak olan da o! Aynı ev de büyümüş iki kardeşten kadın olan mezara, erkek ise hapishaneye. Ne var ki olayda namus artık belayı çağrıştırır. Kimse mutlu değildir. Yaşam tüm çeşitliliği ve güzelliği ile onları beklerken yitip giden hayatlar vardır: Münevver Karabulut, Özgecan Aslan, Emine Bulut, Hande Kader, Ceren Damar, Fatma Altınmakas, Pınar Gültekin cinayetleri ve niceleri…
Cem Karaca’nın Namus Belası şarkısını anımsıyorum: “At bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim; namus belasına kardaş yatarız zindan bizim.” Bağır bağır ataerkil bir şarkı! Ama aklım aynı bestenin başka bir güftesine gidiyor. Bu şarkıda kadınlar cinsiyetçi söylemleri yerle bir ederken direnişe davet ediyorlar: Kadınlar, Birleşirse ellerimiz biz bize güç veririz. Bir araya gelir isek bu sistemi çiteriz. Gece bizim, sokak bizim, meydan bizim, ev bizim. Patriyarka karşısında seçtiğimiz yol bizim.