Geçen haftaki yazımızda pandeminin sistemin çürümüşlüğünü gizlemeye yarayan örtüleri bir çırpıda indiriverdiğini yazmıştık. Nitekim egemen siyaset her geçen gün bu tespitimizi kanıtlamaya devam ediyor. Örneğin Alman siyasetinden iki tanınmış isim, Federal Parlamento Başkanı Wolfgang Schaeuble (CDU) ve Tübingen Büyükşehir Belediye Başkanı Boris Palmer (Yeşiller) kriz dönemlerinde kapitalist piyasa ekonomisi için önceliklerin neler olduğunu vurguluyorlar.
Bir zamanların “Yeşil” düşünceleriyle hiçbir ilgisi olmayan ve genellikle ırkçı söylemlerle medyada yer bulan Boris Palmer, “ekonomik zararlar pahasına zaten yarım yıl içinde yaşları ve diğer hastalıkları nedeniyle ölecek insanları kurtarıyoruz” diyerek, üretim süreçleri dışındaki insanların yaşam hakkını sorguluyor, hatta olmadığını ima edecek derecede pervasızlaşıyor.
Euro krizi günlerinde başta Yunanistan olmak üzere, borç batağına düşen AB üyesi ülkelere sosyal yıkım politikaları dayatan ve bu nedenle adı “kundakçıya” çıkan Wolfgang Schaeuble ise, yaşam hakkının korunmasının devletin önceliği olamayacağını vurguluyor. Schaeuble, Palmer ile aynı günlerde verdiği bir demecinde, “Her şeyin insan yaşamının korunmasının arkasından gelmesi gerektiğinin söylendiğini duyduğumda, şunu söylemek zorunda kalıyorum: Bu, bu mutlaklıkta doğru değildir. (…) İnsan yaşamının korunması, Temel Yasamızda mutlak değer olarak yer almıyor” diyor.
Schaeuble sıradan bir isim değil. Alman devlet protokolünde F. Cumhurbaşkanının ardından ikinci sırada yer alıyor. Devletin en önemli ikinci adamı böyle konuşunca, F. Hükümet tarafından finanse edilen Alman Etik Konseyi ve Alman Ekonomi Enstitüsü gibi kurumlar hizaya giriyorlar. Etik Konseyi Schaeuble’nin sözlerinin “devlet adamı ciddiyetine örnek olduğunu” ve “iktisadî hakların önkoşulsuz olarak yaşam hakkının ardılı olamayacağını” açıklıyor. Ekonomi Enstitüsü ise “değerler rekabeti çerçevesinde yaşam hakkına öncelik tanınmasının özgürlüğe zarar vereceğini” vurguluyor. Sermaye lobicileri ve işveren örgütleri de bunları onaylayarak, Schaeuble ve Palmer’e alkış tutuyor.
Sermaye açısından “özgürlüğün” ne anlama geldiğini uzun uzadıya açmaya gerek yok. Söz konusu olan kâr ve artı-değer mekanizmasının aksamadan çalışmasıdır. Söz konusu olan – onlar için – değerlerin en yükseği olan değer üretim sürecinin engelsiz işlemesidir. Öylesine önemlidir ki bu, devletin meşruiyetini sağlayan tüm yükümlülükleri iktisadî özgürlüğün (!) boyunduruğu altına sokmayı gerekli kılmaktadır. Yaşam hakkının izafileştirilmesini, bakım evlerinde ve yoksul mahallelerde insanlar kırılırken ilaç tekellerinin kâr marjlarının rekor seviyelere çıkartılmasını, devletin şiddet tekelinin “iktisadî özgürlüklerin” korunması için seferber edilmesini zorunlu kılmaktadır. İmtiyazlılar korunaklı alanlarda saklanırlarken, işçilerin ve hizmetlilerin çarkın dönmesi için virüs kapma tehdidine rağmen çalıştırılmalarını gerektirmektedir. İşte Rosa Luxemburg “Ya sosyalizm ya barbarlık!” derken, tam olarak bunu kastediyordu.
Pandemi, açık olarak kapitalist kriz süreçlerinin insanlığı bir yol ayrımına sürüklediğini gösteriyor. Ya tüm çürümüşlüğü, orman kanunları ve dizginsiz vahşetiyle bu sömürü düzenini ayakta tutan, sosyal Darwinizmi güncelleyen bu barbarlığa boyun eğilecek, ya da bu barbarlığı yaratan koşulları ilelebet yıkma mücadelesi verilecektir.