“[Not: Bu yazı: Kutsal devletin faşist katili tarafından hunharca katledilen Deniz Poyraz’ın saygıdeğer anısına adanmıştır… ]
“Ne bir toplum, ne bir ulus, ne de tüm çağdaş toplumların tamamı toprakların sahibidir. Onlar sadece kullanıcıdırlar, birer aile babası gibi [boni patres familias) iyileştirerek onu gelecek nesillere bırakmak zorundadırlar.” Karl Marx
“Doymak bilmez ihtiyaçlarını karşılamak için doğal kaynağı aşırı kullanan aç gözlü adam, başkalarının hakkına tecavüz eden bir hırsızdan başkası değildir.”
Eski bir Hint metninden…
Akıl almaz bir hız ve kapsamda olmak üzere, toplumların temeli aşındırılıyor, üstelik ortaya çıkan bu yıkım tablosu bir başarı öyküsü olarak sunuluyor. Yıkıcı ve yaratıcı, absürt bir üretim tarzı olan kapitalizm, her ileri aşamada ortak yaşam alanlarını ve koşullarını yok ederken, insanlara başka hikayeler anlatılıyor… Özel mülkiyetin her büyümesi, özel mülkiyet alanının her genişlemesi, ortak yaşam kaynakları, alanları ve araçları aleyhine gerçekleşiyor. Oysa, “müştereklerden [commons] yoksun bir toplum, güneşi olmayan gökyüzü gibidir” denmiştir… İnsan ve toplum yaşamı için vazgeçilmez olan ne var ne yoksa her şey özelleştirilip, özel mülk kategorisine dâhil edilirken, her türden sorunlar ve kötülükler de çığ gibi büyüyor ve doğa tahribatı derinleşiyor, büyük insanlık için yaşam çekilmez hale geliyor. Bütün bunlar olup-biterken de sorunların çözümünün adresi olarak piyasa-devlet ikilisi (birliği) ve “teknik bilim” gösteriliyor… Oysa, yüz yüze geldiğimiz tüm bu olumsuzlukların, sosyal kötülüklerin ve ekolojik yıkımın asıl yaratıcısı, müsebbibi o namı-değer üçlü değil mi? Sorunları yaratanın bir de çözümün adresi sayılması abes değil mi?
İnsanlık tarihinin geride kalan yaklaşık 500 yılı, topluma-toplumlara ait olana, herkesin olana-olması lâzım gelene, herkesin ortak kullanımına (zilyetliğine) sunulması gereken yaşam kaynaklarına, yaşam araçlarına ve alanlarına özel şahıslar (kapitalistler) ve devletler tarafından el konulmasının, gasp edilmesinin, bunların asıl sahiplerinden küstahça çalınmasının, yağmalanmasının, talan edilmesinin, sömürülmesinin, yok edilmesinin de tarihi oldu maalesef… Lâkin, toplum ve doğa aleyhine yol alan bu yıkıcılığın, bir de ‘ilerleme, çağı yakalama, modernleşme, kalkınma, büyüme’, şimdilerde de sürdürülebilir kalkınma, yeşil büyüme, yeşil ekonomi, vb. adına meşrulaştırılmaya çalışılması, üstelik insanlığın yegâne ufku, yegâne mümkün ve muteber bir şey, velhasıl şeylerin normal hali olarak sunulup-dayatılması tuhaf ama rahatsız edici bir ironidir…
Elbette geride kalan tüm bu zaman zarfında saldırının muhatabı olan, olup-bitenlerden zararlı çıkan geniş halk kitlelerinin itirazı da hiçbir zaman eksik olmadı. Sermayenin vahşi saldırısına karşı direndiler ama o itirazlar sonuç alıcı, yeterli bir yüksekliğe hiçbir zamana çıkamadı… Lâkin bugün durum farklı… Artık yıkım süreci o kadar hızlanmış, kapsamı o kadar genişlemiş durumda ki, eğer “büyük insanlık (yeryüzünün lanetlileri)” vakitlice müdahale edip bu süreci tersine çeviremez ise, geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Zira, şimdilerde insanlık ve uygarlık kritik bir kavşağa gelip, dayanmış bulunuyor…
Doğal, sosyal, kültürel, kentsel, mahiyetteki müşterekler ve tarihi miras, ortak yaşamı, bir arada yaşamı mümkün kılar. Toprak, toprak altı, su, hava, göller, denizler, okyanuslar, tohumlar, biyolojik çeşitlilik, vb. doğal müştereklerdir. Bir de sosyal, kültürel-entelektüel, dijital, vb. mahiyetteki müşterekler var… Fakat bütün bunlar içinde doğal kaynakların özel bir yeri var: Doğal kaynaklar insanlar tarafından üretilmiş değillerdir… Bu yüzden de ekonomik anlamda “kaynak” değillerdir, kaynak sayılmamaları gerekir… Bu konuda Karl Polanyi şöyle diyor: “… emek, toprak, para, açıkça görüleceği gibi, meta değildirler, alınıp satılan her şeyin satılmak üzere üretilmiş olduğu yolundaki önerme bu unsurların durumunda geçerli değildir. Başka bir deyişle amprik meta tanımına bunlar meta değildirler”. Müşterekler toplumsal yaşamın, bir arada yaşamın temelini oluşturur ki, özelleştirilmeleri, birer kâr aracına dönüştürülmeleri, asıl sahiplerinden çalınması asla kabul edilebilir değildir…
Şimdilerde müştereklerin özel şahıslar tarafından yağmalanması, talan edilmesi hızını ve yoğunluğunu artırmış bulunuyor. Eğer bu sefil süreç, bu dizginlerinden boşanmış metalaşma, şeyleşme, “özelleştirme” dalgası vakitlice durdurulamaz ise, artık insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olması mümkün değil. Zira, ortakça-topluca ‘sahiplenilmesi’/kullanılması, yararlanılması gereken tüm ortak varlıkların ve zenginliklerin, kapitalistler tarafından hoyratça sömürülmesi, yağmalanması, talan edilmesi, sahiplenilmesi, özel mülk statüsüne indirgenmesi, sadece sosyal mahiyetteki kötülükleri büyütmekle kalmıyor, ekolojik yıkımı da büyütüyor ve canlı yaşamı riske atıyor. Üstelik doğa-toplum metabolizmasında da bir “kırılmaya” neden oluyor. Başka türlü söylersek, doğanın kendini yenilemesini problemli hale getiriyor… Bir şey daha var: Ortakça sahiplenilen, yararlanılan müşterekler, sadece insan yaşamının, ‘birlikte yaşamanın’ temelini oluşturmuyor aynı zamanda yaşam kalitesinin de bir güvencesi…
Ekseri gözden kaçan bir şey de: Müştereklerin önemi ve değeri onlar yok olduğunda, ortadan kalktığında anlaşılıyor ve tabii iş işten geçiyor. Mesela hava kirlendiğinde fark edilir, su kirlendiğinde ve parayla satıldığında, ağaçlar kesildiğinde, dere kuruduğunda fark ediliyor… Denizlerdeki balıklar ancak yok olduğunda sorun ediliyor… İstanbul çevresinde oto-yollar, havaalanı yapılmadan İstanbul ormanları fark ediliyor muydu? Şimdilerde de İstanbul’u yok edecek kendinden menkul İstanbul Kanalı gündemde… Böyle bir saçmalığın, akıllara durgunluk veren bu garabetin nelere mal olacağını düşünmek bile ürpertici ama hala durumun vahametinden habersiz ahmaklar var…
Müşterekler “yaşamın kumaşıdır”. Zira insanlar katılmayı, paylaşmayı, bölüşmeyi, karşılıklılığı, alıp-vermeyi sever… Bunlar insanın vazgeçilmez, olağan halidir ki, onların yaratıcı potansiyelini güçlendirir. Son tahlilde insan sosyal bir hayvan olduğuna göre…