Tecrit babında Kürdistani partiler ve Türkiye’deki sol partiler garip bir şekilde birleşirler; iki grup da Kürt meselesine sahip çıkar, iki grup da Meclis’e girmek ister, iki grup da insan hak ve hürriyetlerinden, eşitlikten söz eder. Hatta çözüm süreci gibi bir süreç olsa hepsi bir anda öne atılır, parlak fikirlerini dile getirirler. Ama yıllardır tecrit koşullarında yaşayan bir kişi nedense onları ilgilendirmiyor
Müslüm Yücel
Türkiye’de 90’lı yıllardan itibaren Kürt sorunu üzerinden pek çok parti kuruldu ve bunların tümü Kürt sorununu çözme alanında mahir olduklarını ileri sürdüler. Günümüzde bu iddiaları hala geçerlidir. Hepsi bir biçimde seçime girerler ama aldıkları oy cüzidir; cüzilik önemlidir, Kürt sorunu bağlamında sayı değil, kalite önemlidir. Siyasi partilerin sayı olarak çokluğu siyasal hayatı zenginleştirir, özellikle eleştirel olması Kürt sorunu için inanılmaz imkândır, tek bir tehlike vardır ki o da Campenella’nın Güneş Ülkesi’nde dile getirdiği gibi “herkesin yaptığıyla” dikkat çekmesi, diğerinin farkında olmamasıdır: Burada ütopyamızı kaybeder, maniheizmin tuzağına düşeriz. Bu anlamda Kürtlerin ilişkide olduğu partiler de dikkat çeker; ittifak her zaman geliştiricidir ama ittifakın tehlikeli bir yanı da vardır, garip bir algı, hatta bir güdümleme (kanılarını benimsetme) söz konusu olunca, burada güdüm, farkında olmadığımız bir tehdit, şiddet üreten yumuşak bir teknolojiye döner; bu, benimle birlikte olmuyorlar, ben bir süreliğine işlerine geliyorum anlamına gelir.
Bu partilerden ilk dikkat çekeni Kürdistan Sosyalist Partisi’dir-PSK (1974). Kurulduğu zaman epey taraftarı vardır; Diyarbakır ve Ağrı’da etkili olmuş, kimi belediyeler almışlardır. PSK, Kürt meselesinin çözümünü federasyonda bulur. Hareketin lideri Kemal Burkay olmuştur. Burkay, 2003 yılında, kendi isteğiyle başkanlıktan ayrılmış, yerine Mesut Tek, sonra Bayram Bozyel gelmiştir.
Öcalan ve Burkay, 70’li yıllardan itibaren tanışır. Öcalan, Burkay’ın kitlesinin azlığı ya da çokluğuna bakmaz; Turgut Özal üzerinden gelişen ateşkese (1993) Burkay da katılır. Burkay, Avrupa’da yaşadığı zaman MED TV’ye de çıkar, görüşlerini bildirirdi ve bu, Öcalan’ın isteğiyle olurdu. Çözüm süreci döneminde Öcalan, Burkay’ı dâhil etmek isterken, o, başka bir yoldan sürece dâhil olur. Burkay, kendisi dışında hiçbir partiyi kabul etmez. Ona göre, bugün ki DEM’in kökleri sayılabilecek olan partilerin “gövdeleri büyük, başları küçüktür.” Bu eleştiri değildir, “küçük” diye küçümsenen, o büyük gövdenin içinden çıkmışlardır. Bir parti lideri, ihtimaldir ki, küçümsemeyle küçülür. Burkay “şair” olduğu için bu ifade şiirsel de değildir. Şêrko Bêkes’in James Joyce’la ilgili hoş bir şiiri vardır; Bêkes, Joyce’un başından söz eder, baş “ceviz” kadardır ama o bu cevizin içinde bir “derya” taşır; Mevlana da “bir kum tanesinde bir derya” bulunduğunu söylüyordu. Bir başka şair “benim işim kumları saymak” diyordu.
PSK, Türkiye’de Kürt/ Kürdistan adıyla siyaset yapma imkânı bulunmadığından yerini ve adını Hak ve Özgürlükler Partisi’ne (HAK-PAR) bıraktı. Partinin ilk başkanı Abdülmelik Fırat oldu. Sonra partinin başkanları değişti; Burkay, yeniden (2012) partiye genel başkan oldu ama uzun sürmedi; iki yıl sonra yerini Fehmi Demir’e bıraktı. Bunun nedeni aura kaybı olsa gerekti. Sürgün, şair, illegal parti başkanı imgesi, legal siyasette karşılık bulmadı: Parti, 2023 seçimlerinde 42. 509 oy aldı. Bu oy oranı elbette, yukarıda ifade ettiğim gibi önemli değildir; 42 bin kişinin yüzde onu dahi federasyon fikirlerindeyse bu da az bir şey değildir ama şu var, akla ve deneye (ve pratiğe) dönükse eğer…
Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) 2014 yılında İzmir’de kurulan, başkanlığını Mustafa Özçelik’in yaptığı partidir. Parti, Mesut Barzani’ye yakındır, kendilerini Kürdistani olarak tanımlarlar.
Kürdistan Komünist Partisi’nin (KKP) Teslim Töre’nin Emek Partisi’nden etkilenen ve buradan Özgürlük ve Sosyalizm Partisi’ne (2012) uzanan bir tarihi vardır. Başkanı Mehmet Baran’dır. DEM’in bileşenlerindendir. Ayrıca Kürdistan Demokrat Platformu (PDK), Kürdistan İslami Hareketi (AZADÎ), Devrimci Demokratik Kürt Derneği (DDKD), İnsan ve Özgürlük Partisi (PİA), Kürdistan Demokrat Partisi-Türkiye (PDK-T) ve Azadi Partisi de vardır.
Kürdistani partilerin özelliği Kürtlüktür, milliyetçi olduklarını sıkça söylerler; kullandıkları dil cemaat diline benzer, tikeldir; kibarlıkları, öfkeleri, fikirlerini ortaya seriş biçimleri çok serttir ama kendilerini dramatik bir personaae etrafında sunarlar; kendi savundukları iyidir, “bunu ilk ben söyledim” diye gururlanırlar, kendileri mi yoksa yarattıkları bir kahraman mı konuşuyor belli değildir. Bağımsızlık, dört parçaya, hatta kimine göre beş parçaya bölünmüş Kürtlerin bir araya gelmesi gibi bir ütopyaları vardır. Bağımsızlık ve federasyon isterler ama bunun nasıl olacağını söylemezler. Evlerinde, özel hayatlarında böyle bir talepleri var mıdır bilinmez, ulusal bütünlük sağlamakla ilgili nasıl bir strateji izlenmesi gerektiğiyle ilgili bir argümanları var mıdır, bilinmez: “Ben onu bunu bilmem, bağımsızlıkçıyım, ben onu bunu bilmem, federasyonu savunuyorum, ben müstakilciyim” demekle mesele çözülmüyor, Kürtler de bir yere gelmiyorlar. Cemil Bayık, bir yerde şunu söylüyordu: “Kürt demek, Türkiye’yi, İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi karşına almaktır, Kürdistan demek ise bütün dünyayı karşına almaktır.”
Bu partiler arasında doğrudan Kürt partisi olduğunu söylemeyen ama seçmenlerinin yüzde doksan beşini Kürtlerin oluşturduğu DEM de vardır. DEM, eş başkanlık sistemini benimser; iki başkanından biri Kürt’tür. Parti pek çok partiyle bileşen hukuku içindedir: Türkiye İşçi Partisi (TİP), Emek Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP), Sosyalist Meclisler Federasyonu (SMF), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP) vs.
Bu partiler Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan’ın fikirlerini benimser, Türkiye Solu olarak kendilerini ifade ederler. Bu partilerin kültürel olarak önemleri vardır ama seçmen sayıları zayıftır ve bazıları, yaşlandıkça CHP’ye evrilir, bir ayakları CHP’de olsun isterler; CHP, baba gibidir, kendilerini ona ispat etmeye çalışırlar. Bazıları da DEM’le bileşenden çok bütünleşmiş gibidir. Buradaki temel ölçütüm tecrittir, açımlamam bunun üzerinedir.
Mevcut partiler bunlardır. Kürdistani partiler kendilerini milliyetçi; sol ve demokrat olan partiler de kendilerini sosyalizm ve demokrasi üzerinden tarif ederler. Kürdistani partiler milliyetçilik bağlamında kendilerini Mele Mustafa ve Mesut Barzani üzerinden tarif ederler. Milli değer olarak Şeyh Said’e saygı beslerler. Böylece milliyetçi birer parti olduklarını dile getirirler. Pragmatik bir milliyetçiliktir bu; çünkü milliyetçilik din halesi olmadan bir yere varamaz. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler’de sorunlu da olsa milliyetçiliği “liberalizm, faşizm gibi olgularla değil de akrabalık, din gibi olgularla” bir arada düşünür; hatta daha ileri gider, milliyetçiliği dinle bir tutar; böylece milliyetçilik, tıpkı din gibi rastlantısallığı kadere taşıyan bir büyüye dönüşür. Kürt milliyetçilerinin din olarak İslam’ı, kültürel olarak da kendilerini Yezidilik ve son yıllarda Zerdüştiliği üzerinden tarif etmeleri bu anlamda paradoks bile değildir. Düşünce ve davranışları (Ölüm, düğün, gündelik hayat) İslami formda, siyasal söylemleri Yezidilikten yana olduğundan, Yezidilik bir inanç olmaktan çıkar, folklorik bir malzemeye dönüşür. Milliyetçilerin değer verdikleri diğer bir nokta dildir ama Kürtçeyle ilgili çalışmaları çok zayıftır, kitleyle konuşurken az Kürtçe, aralarında Türkçe konuşurlar ama sosyal medya hesapları; yazı ve konuşmaları Türkçedir.
Kürdistani partilerin milliyetçilikleri güç arzusudur; güçlü olma arzusu ve KDP üzerinden bir prestij arayışıdır. KDP’yle kurulan ilişki duygusal bile değildir. Hatta kimileri Güney’e gitmiş, buradan biraz para almış, KDP fikriyatı üzerinden dergi çıkartmış, siyasi olarak bir şeyler yapmaya çalışmış ama son, hayal kırıklığı olmuştur.
Mele Mustafa Barzani, kimi trajik öğeleriyle (dilinin tutulması) evet, önemlidir ama kültürel anlamda, ne doğu ne batı güzergahında karşımıza çıkan kahraman Kürt imgesini karşılayacak durumda değildir. Mehabad pratiği belki ilerde tarih felsefesi açısından ele alınabilir. Hazin bir durumdur. Aynı şey, Mesut Barzani’nin Kerkük ve referandum süreci için de geçerlidir. Mesut Barzani’yi referandum sürecinde izledim, bir konuşmasında servetini açıklıyordu: “Benim servetim 48 milyon Kürt halkıdır” diyordu. Sorunlu bir ifadeydi, Kürdili bir yanı da yoktu; halkı, kendi şahsında görmek, Levithan’ın bir başka tezahürüydü ki Levithan, çıkarları söz konusu olunca, herkesi, her şeyi feda edebilirdi. Lider, milyonların kavgasını verirdi, bu milyonlar servet değillerdir. Kahraman imgesi bana göre Leyla Qasım’la başlar ama KDP’nin Qasım’la ilgili bir faaliyeti yoktur; bir film, bir belgesel, bir kitap yapılmamıştır: Qasım’la ilgili Güney’de, küçük bir broşür dışında bir şey yoktur. Din halesine burada elif düşmem gerek; Leyla Qasım, Feyli’ydi, ondan mıdır acaba? Avrupalı gözü açık akademisyenlere araştırma yaptırıp kendini yücelten Güney hükümeti, sıra Kürtlere gelince cimri bile değildir. Kürdistani partiler de Qasım’ı bilir, sever, sayar ama onunla ilgili bir şey yapmazlar, sadece, arada anarlar.
Kürdistani partiler, milliyetçi değiller, geçmişte ne kadar büyük bir millet olduklarını söyler ama geleceğe ilişkin bir tasarıları yoktur.
Kürdistani partilerin Türkiye’deki Kürtlerle ilişkileri yoktur. Kürtlerin yaşadıkları sıkıntılar, kısa demeçlerine fon olmaktan ileri gitmez. Açlık grevleriyle ilgili bugüne kadar kısa birkaç basın açıklaması dışında faaliyetleri olmamıştır; cezaevinde ölen tutuklular umurlarında bile değildir, hiçbirini ne hastanede ziyaret etmişlerdir ne de cenazeleriyle ilgilenmişlerdir; sanki cezaevlerinde ölenler Kürt değildir. Niccolle Machiavelli söylüyordu, büyük ailelerin güç ve servetlerinin mağrur ve gösterişli simgeleri olan saraylar ve köşkler, evet, yükselirken, az da olsa, kurtulduk imajı verirler ama halka hizmet etmediklerinde fesat yuvası olmak dışında bir şey ifade etmezler.
Tecrit babında Kürdistani partiler ve Türkiye’deki sol partiler garip bir şekilde birleşirler; iki grup da Kürt meselesine sahip çıkar, iki grup da Meclis’e girmek ister, iki grup da insan hak ve hürriyetlerinden, eşitlikten söz eder. Hatta çözüm süreci gibi bir süreç olsa hepsi bir anda öne atılır, parlak fikirlerini dile getirirler. Ama yıllardır tecrit koşullarında yaşayan bir kişi nedense onları ilgilendirmiyor. Hepsinde de Kürtleri ayartma dikkat çekiyor, hepsinde tecride, Öcalan’a karşı narsistik bir kriz hali var; hepsi, adeta kendilerine tapıyorlar. Neden kaynaklanıyor bu? Yeterince iyi olmamaktan korktukları için olabilir mi, eleştirel düşünceye karşı hazımsızlık olabilir mi? Tecritte, sahip çıkmak, salt Öcalan’a sahip çıkmak değildir; tecrit, bir insanlık suçudur, uygulama gayri insanidir ve Kürdistanilerse eğer neden bir söz söylemekten çekiniyorlar? Diğer yandan PKK’ye de karşı olabilirler, PKK’yle aralarında sıkı bir husumet de olabilir. Türkiye yasalarına göre Öcalan bir tutukludur, tutuklu olduğu günden beri de ihtiyaçları devlet güvencesi altına alınmış biridir. Öcalan’ın fikirlerini de benimsemek zorunda değildir kimse; burada, mesele insana sahip çıkmaktır. İnsana sahip çıkmak hem bir ödev, hem de erdemdir. Kürdistanilik ya da bileşenler için sosyalizm, insan haklarını, insan hürriyetini korumaksa, özgürlük de bir ödevse, insana sahip çıkmak da bir erdemdir. Ne ödev biliyorlar ne erdemli davranıyorlar, bir de şikâyetçiler herkesten…
Kendi üzerimden bir örnek vereyim: 90’lı yıllarda başörtü eylemlerine katılırdık, ne dindar ne de zamanın dindar partilerinden birinin fikirlerine katılırdık, ama başörtüsünden dolayı bir insanın üniversiteye girememesinden utanç duyardık. Bizi anlamaya çalışan tek kişi de dedeleri asılmış Salih Mirzabeyoğlu’ydu; Salih Bey, Tokat sigarası aldığı her yerden Özgür Gündem alırdı; dedelerinin asıldığı Bitlis, bir süre motosikletle gezdiği Diyarbakır’la ilgili haberleri okurdu. Öcalan Türkiye getirildiği zaman şu demeci vermekten çekinmedi: “Başkan size acıdı.”
Otuz beş seneden fazladır okuryazarım; okuduklarımı gözüm seçer, kalbim ve beynim bu konuda çok hassas değildir, her şeyi okurum ama sıra yazıya gelince kalemimin mürekkebini anamın sütüyle doldururum, tecritle ilgili yazmak salt bir insani vazife değildir, bu annemin sütüdür; kimse, bir yerde tutulan, hasta mı, ölü mü, diri mi bilgisi verilmeyen bir kişiyle ilgili gözlerini, kulaklarını, kalbini, beynini açmazlık edemez.
Benim yaşımdakilerin bilinçleri acılarından gelir; Şeyh Said ve Seyit Rıza’yla başlar, Ağrı harekatıyla sürer, Diyarbakır Cezaevi ve Halepçe’yle bir tarih ve sınıf bilinci oluşturur. Turgut Uyar’ın “Yokuş Yola” şiirinin hoş kafiyelerini değil, Malatyalı Abdo’sunu severiz.
Tutun ki Öcalan değil de TİP’ten ya da EMEP’ten, ÖDP’den bir kişi üç yıl değil de, üç ay yakınlarıyla görüştürülmeseydi ne olurdu? Ya da Mesut Barzani, Bağdat tarafından tecrit edilseydi ne olurdu?
Açıktır, hem Kürdistani partilerin hem de bileşenlerin özdeğer duyguları yalnız kendilerine işliyor. Bir örnek vermem gerekirse, DEM vekillerinin ve DEM bileşenlerinin sosyal medya hesabını inceledim; kimileri ilginçti, biri, Eylül 2023’ten önce tecridi gündeme getiriyor ama vekil seçildikten sonra gündemi değişiyor, bir daha söz etmiyor. Saf olmak gereklidir, saflık güzeldir. Horkheimer, akıl tutulmasında sahte aklilikten şikâyet ediyor, nedeni çok kısa, saf akıl arayışı…
DEM bileşenlerinden en çok vekil alan TİP’in de tecritle ilgili ne bir tavrı ne bir fikri var; hatta sosyal medya hesaplarında bile tecride hiç yer vermemişler. Erkan Baş tecridin sözünü bile etmiyor; Serra Kadıgil, bir avukat olmasına rağmen, ihlale değinmiyor, bırakın bileşen olmayı hukukçu sorumluluğu var, bunu da yerine getirmiyor; Ahmet Şık gazetecidir de, iki de bir musavvat diyen adam, bir kez bu meseleye değinmiyor. EMEP’li vekil Sevda Karaca yine öyledir…
İşçi sınıfının haklarını savunmak, savaşa dur demektir, kötü ekonominin tek nedeni savaştır. Dahası işçi, sadece hakları yenen bir kesim değildir, bilinçli bir kesimdir, bu kesimi tecritten uzak tutmak sınıf bilincine aykırıdır: İşçi sınıfı tarihin öznesidir ama bu sınıf, tercide karşı olan sürece dâhil edilmedikçe lümpenleşir; gazetemizi alan, partiye arada bir gelen, aidatını ödeyen memura döner. Üç yıldır işçi eylemlerinde tecridin dile getirilmemesi, ona öncülük eden partilerin sorumluluğudur ve bunun vebali büyüktür.
Bu arada tecritle ilgili ilginç bir gelişme yaşandı. Besê Hozat, (16 Temmuz 2024) tecritle ilgili bir açıklama yaptı. Bu açıklaya göre AKP, kendilerine bir kişi göndermişti ve bu kişi onlardan bir şey istemişti. Hozat da “Önderlik pazarlık konusu olamaz” diyordu. Hozat’ın sözünü ettiği şey, bir şey, fidyeydi…
Buna göre Öcalan rehinedir ve onu kaçırıp bir şey isteyen de AKP’dir. AKP fidye istiyor. Fidye nedir? Hozat, bilgi vermiyor, yalnızca, “şunu istiyorlar, bunu istiyorlar” diyor. Hozat, ne istediklerini açıklamak zorunda değildir. Bağlı olduğu siyasi yapı, yalnızca sözle değil, silahla siyaset yapar. Ancak şu var: Kürt basınının, Kürt siyasi partilerinin, entelektüellerin, DEM Partisi’nin, bileşenlerin şunu sorması gerekmiyor muydu: “Sizden Öcalan’a karşılık ne istediler?”
Açıklamanın üstünden günler geçti, tek bir açıklama, adım da yok. Hozat, bunu açıklamıyor yalnızca, “Önderlik pazarlık konusu olmaz” diyor. Öncelikle Hozat’ın söyledikleri bir yanıt, bir açıklama da değildir, bir sorudur ve muhatabı siyasilerdir, “sorun” diyor; kime, AKP’ye; “sorun” diyor, kime, “bize.” Ayrıca sorudan maksat, bir muhatap arayışı bile olabilir.
AKP’nin bu soruya verdiği bir yanıt şu ana kadar görülmedi. AKP’ye yakın gazeteler ve televizyonlarda bu haber yapılmadı. Geleceğin iktidarı gözüyle bakılan ve yerel yönetimler üzerinden ikili devletin iktidar ortağı olan CHP’den de bir ses çıkmadı. Diğer partilerden de bu konuda bir ses çıkmadı. Kimse, “Öcalan’a karşı fidye olarak sizden ne istediler” diye bir şey sormadı.
Durum hem siyaset hem de haber açısından ilginçtir: AKP fidye istiyor, bu bir iddiaysa bu iddiayla ilgili öncelikli olarak Meclis bir çalışma yapmalıdır; iki şeyden dolayı: Bir parti kendi adına, başkasından, bir hükümlü üzerinden fidye talebinde bulunabilir mi? İstenilen şey burada hiç de önemli değildir, önemli olan kurulan ilişkidir; ikinci olarak istenilen şeydir: Ne istiyorlar.
Bir diğer nokta, insan hakları kuruluşlarıdır, onlar da bu konuda bir açıklama yapmadılar. Bu devirde fidye ne anlama geliyor, bir hükümlü hakkında, bir partinin fidye isteme hakkı ve yetkisi var mıdır? Dinde fidye vardır, ıskat denir, kılınmayan namaz, kesilmeyen kurban, ödenmeyen borç için ıskat verilir. Bu neyin ıskatıdır?
Kürdistani partiler de bu konuda sessizler. Bir Kürt için fidye istiyorlar. Ulusal gurur diye bir şey vardır ve bu gurur, başkasına devir edilemezdir. Zaten milliyetçilik ulusal gurur değil midir? Ben, kendi adıma eğer fidye paraysa ya da parayla karşılanacak bir şeyse, kitaplarım vardır, yirmi tablom, dört kol saatim, bir tespihim vardır, bunları veririm ve bunları yalnızca Öcalan için değil, fidye istenen her sosyalist ve her milliyetçi Kürt için de veririm.