Geçtiğimiz Perşembe günü Stockholm’de daha önce benzerine pek rastlanmayan bir olay gerçekleşti. Kent merkezinde belediye binası önündeki bir direkten aşağıya sarkıtılmış bir kukla sabah işe gidenlerin dikkatini çekti. Kukla bacağından iple asılmıştı ve yakından bakıldığında Tayyip Erdoğan’a benziyordu.
Bacağından asılı Erdoğan kuklası görüntülerinin dünya televizyon kanallarında ve sosyal medyada yayılması, İsveç ile Türkiye arasında yeni bir diplomatik krize yol açmış görünüyor. İsveç makamları eylemi hemen kınayarak Ankara’nın tansiyonunu düşürmeye çalıştılar.
Dışişleri Bakanı Tobias Billström yaptığı kınama açıklamasında “İsveç hükümeti siyasal temsilcilere yönelik tehdit ve nefretten olabildiğince uzak duruyor” ifadesini kullandı. Başbakan Ulf Kristersson, “yabancı bir ülke liderinin idam edildiği imasında bulunulmasının son derece ciddi bir durum” olduğunu belirtti. Başbakana göre bu protesto eylemi, ülkesinin Nato başvurusunu sabote etmeyi amaçlıyor.
Türkiye, İsveç ve Finlandiya’nın Nato üyeliği başvurularını onaylamak için belli koşullar öne sürmüştü. Özellikle İsveç’e sunduğu bir isim listesindeki kişilerin iadesini talep ediyor. İsveç makamları, konuyu yargıya havale etmekle birlikte yasa değişikliğine kadar varan bazı jestlerde bulundu. Ama Ankara talebinde ısrarcı görünüyor. Şimdi belki bu kukla protestosunu yapan kişileri de ‘terörist’ ilan ederek İsveç’ten isteyecek.
Stockholm-Ankara hattında işler kukla krizi nedeniyle bir kez daha kızışmaktayken, Almanya İç İstihbarat Servisi BfV bu yılki raporunda iç güvenlik tehditleri arasında ‘ülkücü hareket’i baş sıraya koydu. Ülkede, başlıca üç dernek çatısı altında örgütlü 11 bin ülkücünün olduğu belirtildi. Bu kişilerin Türk devletine ve Erdoğan’a tam bağlılık ekseninde ırkçı ve anti-semitik ideolojiyle donanmış oldukları ve silahlanmaya eğilimli oldukları belirtildi. Raporda, ülkücülerin 1970’li yıllarda Türkiye’de yüzlerce insanın öldürülmesinden sorumlu oldukları vurgulanıyor. Bu grubun Alman toplumu için bir güvenlik tehdidi oluşturmasının nedeni doğrudan Alman halkını hedef alması değil Türklük karşıtı olarak etiketledikleri Kürtler ve Ermeniler gibi Avrupa’da var olan toplumlara karşı tehdit oluşturmaları olarak ifade ediliyor.
Raporun içeriği kadar zamanlaması da önemli. Türkiye genelinde ülkücüler arasında Sinan Ateş cinayeti ertesinde büyük bir huzursuzluk yaşanmaktayken Almanya’daki ülkücü faaliyetlerin yakından izlendiği duyurusu yapılmış oluyor. BfV’nin daha önceki raporlarında Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’nin (DİTİB) Türk istihbaratıyla birlikte yürüttüğü faaliyetler vurgulanmıştı. Bu yılki raporda ise Türk aşırı sağı mercek altına alınmış.
Türkiye hükümeti ise son Paris cinayetini takip eden protestolar üzerine dillendirdiği yorumu Avrupa’ya kabul ettirmeye çalışıyor. Buna göre Batı ülkelerindeki Kürt nüfusun oluşturduğu sosyal organizasyonlar ve dernekler asıl iç güvenlik tehdidini oluşturuyor. Bu tezin Avrupa ülkelerinde kabul görmesi oldukça zor çünkü iç güvenlik kapsamında dikkatlerin muhalif gruplardan çok Türk hükümeti taraftarı gruplar üzerinde yoğunlaştığı gözleniyor.
Siyasal protesto hakkı, Batılı ülke anayasalarında koruma altına alınmış temel hak ve özgürlükler kapsamında bulunuyor. Özellikle yöneticileri eleştirme hatta hakaret, en titizlikle üzerinde durulan hak. Öte yandan kukla yordamıyla mizahi protesto eylemleri Batıda az rastlanan bir durum değil. Örneğin Donald Trump’ın başkanlığı döneminde New York’un ana caddelerinden birine konulan Trump kuklasına insanlar her sabah bir yumruk ya da tekme vurduktan sonra işlerine gitmeyi adet edinmişti. Trump bu eyleme karşı hiçbir tepkide bulunmadı çünkü ABD yasaları, siyasal protesto hakkını koruma altına alıyor. Aynı durum İsveç yasaları için de geçerli ama Erdoğan kuklasını bacağından asmak, ‘şiddet ve tehdit’ çağrışımlarıyla mizahi sınırları zorluyor. Ankara’nın öfkeli açıklamaları beklenen bir durumken, İsveç başbakanının bu protestoyu kınamakta yaptığı tarihsel gönderme ilginçti. Kristtersson, İsveç’in tarihinde önemli siyasal cinayetler olan bir ülke olduğuna dikkat çekti.
Başbakanın sözünü ettiği suikastların en ünlüsü, 1986’da Başbakan Olof Palme’nin öldürülmesiydi. Palme, hem Sovyetler Birliği’ne hem de ABD’ye yönelik sert eleştirileriyle dikkat çeken bir isimdi. 1972’de Vietnam’ın bombalanmasını Nazi kamplarındaki soykırıma benzetince Washington ve Stockholm arasında bir diplomatik gerginlik yaşanmıştı. New York Times gazetesi kendisine bu yorumdan pişmanlık duyup duymadığını sorduğunda Palme, “Hayır çünkü bu dünyada birilerinin sizi dinlemesi için bağırarak konuşmanız gerekiyor” yanıtını vermişti. Rojava Destek Komitesi’nin yaptığı eylem, belki tam da bu kelimelerle gerekçelendirilebilir.