Musa amcayla, Bakırköy ilçe merkezinde tanışmıştık. Ne zaman ilçeye gelse, bilhassa gençlerin yüzünde güller açardı. Musa amca görkemli duruşu, yakışıklı yüzü, beyaz saçları ile bir masaldan çıkıp gelmiş hissi verirdi insana
Suna Aras
Halkın Emek Partisi’ne ilk gidişim, iki avukat arkadaşım Muhlise Aydın ve Hikmet Özdemir ile birlikte, Bakırköy İlçe Merkezi’nde bir grup annenin açlık grevini ziyaretiyle başladı.
Gidiş o gidiş…
Parti daha altı aylık bir bebekti o tarihlerde.
Önce “Kadın Komisyonu başkanı” ardından ilçe yönetimi, ardından ilçe sekreterliği ve il yönetimi!
Bu hızlı tırmanış, şimdiki zamanda çokça görülen “yandaşlık” durumundan falan değildi!
Bir siyasi birikimin başarısı da değildi.
Hiçbir zaman bitmeyen, siyasi kırım yüzündendi!
İnsanlar ya öldürülüyor ya hapse atılıyor ya da yurtdışına çıkmak zorunda bırakılıyordu.
Gözaltında kayıplar hızla çoğalıyordu.
Ben de bir tufanın içinde, yukarıya doğru savrulup duruyordum.
Savruldukça çift taraflı baskıyla sıkıştırılıyordum.
Bir tarafım aile, bir tarafım devlet.
Devleti tanıdıkça hayrete düşüyordum.
Koskoca devlet küçücük oyunlarla, insanlara gözdağı veriyordu, korkutmaya çalışıyordu!
Üşenmemişler, ta Iğdır’ın Aşağı Çiftlik Köyü’ne, (Doğduğum yer) beni arıyor da bulamıyorlarmış bahanesiyle, jandarma göndermişler!
Tabi ki, ailem de cin çarpmışa dönmüş!
“Bu köy jandarma yüzü görmemişti senin yüzünden gördü. Evinde otur, kadın başına Kürt partisinde ne arıyorsun? Başına bir iş gelecek.”
(Meğerse insanların üzerinde aile baskısını artırmak için, bu taktiği hep yaparlarmış.)
Gün geçtikçe her iki taraftan da tehditler çoğalıyor.
Bir taraf “öldüreceğiz, yok edeceğiz” fısıltılarının eşliğinde ağza alınmayacak küfürlerle, kapıma kadar geliniyor!
Bir taraf da “ya parti ya ev” seçimi dayatıyor.
Bu sıkıntılı durum biraz da inada biniyor…
İki devlet arasında, kendi özgürlük mücadelemi verdiğimi fark ediyorum.
Ve şunu anlıyorum, o ana kadar verdiğim mücadele özgürlük mücadelesi falan değilmiş, sadece ayakta kalma mücadelesiymiş.
Tabi ki ne kadar saklamaya çalışsam da, sanıyorum yaşatılan baskının gölgesi yüzüme yansıyor.
Ahmet Türk “Suna hanım, seni ne zaman eşinden boşatmayı başaracağız. Bu partiye gelen kadınların başına hep bu geliyor” diye bana çok takılıyordu.
Ama ben kendime söz vermiştim.
Parti olduğu sürece bir yere gitmem ama kapatılırsa bir daha da hiçbir partide yer almam.
Çünkü aynı zamanda, siyasetin yorucu, yontucu, kırıcı yanlarını da tanımaya başlıyorum.
En çok, sevgili dostum avukat Ferda Çetin’le dertleşiyorum.
İçimi açıyorum, yaralarımı gösteriyorum, kırgınlıklarımdan bahsediyorum.
“Ah be ablacığım” dedi bir sohbetimizde.
“Benimde senden farkım yok ki.
Sıkıntılarımız, acılarımız hep aynıdır.”
“Yaşamada vakti/ vakitsizliğe düşmüştü Kürdün/ Küllümü çok yönlü geliyordu ölümün/ ne deyim iki gözüm/ Ağzı hep büyük gelir/ çocuklara zulümün”
İnsan güzeli Osman Özçelik, Halkın Emek Partisi, İstanbul İl Başkanı olarak, Bakırköy ilçe örgütünü ziyarete gelmişti. Konuşmamız sırasında, “Biz ilkokula giderken” dedi.
“Başımızın ağrısı hiç geçmezdi. Gözlerimiz kan çanağına dönerdi, ağrıdan ve ağlamaktan.
Çünkü Türkçe’yi bilmediğimiz, doğru telaffuz edemediğimiz için, saçımızdan tutulup defalarca tahtaya vurulurdu başımız. Evde Kürtçe konuşmamız yasaklanmıştı. Annemiz Türkçe bilmiyordu. Annemizle Kürtçe konuşmak zorunda kalıyorduk.
Öğretmen çocukları birbirlerinin evini gizlice dinlemek için görevlendirmişti.
Ertesi günü, evde Kürtçe konuştuğumuz için, ismimiz öğretmene ispiyonlanıyor, başımızın tahtaya vurulma sesi sınıfta yankılanıp duruyordu.
Sevginin, şefkatin, merhametin olmadığı yerde insanlığın yeşermesi mümkün mü?”
Aslında o sürece çok şey borçluyum.
Madalyonun öteki yüzünü de görmemi sağladığı için.
Örneğin, bu kadar yakından tanıklık yapmadan önce, Kürtlerin durumunun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum.
Ve aynı zamanda, gözü pek, azimli, korkusuz, direnişçi Kürt kadınının ödediği bedelin, bu kadar ağır olduğunun farkında bile değildim.
Tam bir can pazarı yaşanıyordu.
Hak ihlalleri, yakılan yıkılan köyler, sürgünler, tecavüzler, göçler!
Fazla uzatmamak için, ne demek istediğimi merak edenler, HEP’in o üç yıllık kısacık tarihinde, neler yaşadığını araştırıp öğrenebilirler.
Benim canımı yakan nokta, partide bulunmamın asıl nedeni, “kültürün dilsiz, dilin kültürsüz” olamayacağı düşüncesiydi.
Soruyordum kendime…
“Bir devletin, bir halkın dilini yok saymaya, eğitimini yasaklamaya, asimile etmeye, hakkı var mı?
Yok…
İnkâr yalanın kara mizahıdır!
Çünkü dil, anneden gelen insan kimliğidir!
Ne ödünç verilir ne de ödünç alınır.
Ana dilini, kimse kimseye bağışlayamaz!
Bağışlıyor gibi davranamaz!
Pazarlık konusu yapamaz!
Dil sadaka değil haktır” öyleyse, bunu savunmakta her insan hakkıdır.
Böylece insan hak ve özgürlüklerine, gücüm yettiğince katkı sunmaya çalışıyordum.
Hâlâ oradayım…
Evrensel hak ve özgürlüklere saygı duyulan bir yerde, ne kavga olur, ne de gürültü!
Demokrasinin barışı içinde, onurlu ve güzel yaşanır.
Yeter ki hayatın her alanında insanlara eşit davranılsın! Kimse huzurdan, barıştan, eşit paylaşımdan kaçmaz!
“Bir ülke düşünün ki düşünce gömütlüğü/ Salt deri et ve kemik/ Ağzı var dili yok insan çöplüğü”
Musa amca ile tanışma
Musa amcayla, Bakırköy İlçe merkezinde tanışmıştık.
Oturuşuyla, duruşuyla, bilgeliğiyle beni çok etkilemişti. Musa amca bir beyefendiydi.
Ne zaman ilçeye gelse, bilhassa gençlerin yüzünde güller açardı. Anında dört bir tarafı gençlerle dolar, kümeleşirlerdi.
Musa amcayı nefes almadan dinlerlerdi.
Musa amca elinde sigarası (hiç sönmezdi) görkemli duruşu, yakışıklı yüzü, beyaz saçları ile bir masaldan çıkıp gelmiş hissi verirdi insana.
Onu en üzen şey, hatta çıldırtan, Kürtlerin birbirlerine düşürülme tuzağı ve bölünmeleriydi.
Bunu, Kürtlerin bu kadar çok acı çekmesine sebep bilirdi.
Ve sözü bağlardı “Her kuş kendi sürüsüyle var olur.
Tarihten ders çıkarın.”
Bir gün İsmail Göldaş (sevgiyle anıyorum) “Suna hanım” dedi. Musa Anter hastalanmış, ben ziyaretine gidiyorum, sen de gelmek ister misin?”
Hemen yola düştük.
Üşütmüştü. İyice sarınıp, dizinde bir battaniye, elinde sigarası, salonda bir koltuğun üzerinde karşılamıştı bizi.
Ziyaretimizden dolayı, çok sevinmişti.
Kendi elleriyle yaptığı çaydan bize ikram etmek istiyordu.
Her mutfağa gidişinde, başımı iki avucunun içine alarak beni alnımdan öpüyor, dönüşte yine alnımdan öperek, yerine oturuyordu.
İki saat içinde bu sahne, bir ritüel gibi üç defa tekrarlanmıştı.
Beni kutsadığını düşünmüş ve hissetmiştim.
Bu güzel, samimi, içten anımı, bir anekdot olarak paylaşmak istedim.
Her anımsadığımda içim huzurla doluyor ve gülümsüyorum.
“Yol ver/Kan ve ölüm imgesi yine girdi şiire/Zamansız hasatlar ülkesi yurdum/ İn insana/ Ben yaşamı yaşatmaya mecburum.”
Mart geldi mi yüreğimin atışı hızlanırdı.
Mart demek, Newroz demekti çünkü!
Evlere baskınlar, gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar ve ölümler!
Newroz şenliği, şenlikten kâbusa dönüştürülüyordu.
Bilhassa Kürt bölgesinden kötü haberler akardı.
Hâlâ her Newroz’da kalbim korkuyla çarpar.
O yıllardan üzerimde kalan bir nişan gibidir bu duygu.
Halkın Emek Partisi, ilk Kürt partisi olduğu için, o zamanlar durum daha farklıydı.
Gözümüzü oyuyorlardı desem yeridir.
Parti ilk Newroz bayramını, parti olarak Abdi İpekçi Salonu’nun da kutlamış ve çok görkemli ve sorunsuz geçtiği için derinden bir oh çekilmişti.
Parti olarak, ikinci Newroz bayramını (yemekli olarak) Yenikapı Çakıl Gazinosu’nda kutlayacaktık.
Kutlamanın sunuculuğunu benle Orhan Kaya (Sevgiyle anıyorum) üstlenmiştik.
Konuşmacılar arasında Musa amca da vardı.
Arkadaşlarda, “Apê Musa konuşmayı seviyor kısa tutmasa ne yapacağız” diye bir tedirginlik vardı.
Kürt halkının bilge babasıydı Musa amca.
Çok seviliyordu…
Çekinirlerdi, saygıda kusur ederiz diye.
Sahneye davet ettiğimizde, salondaki coşku görülmeye değerdi.
Tabi ki Musa amca, konuşmayı kısa tutmadı.
Zaman akıyordu, Ahmet Kaya (sevgiyle anıyorum) sahneye çıkacaktı.
Kimse cesaret edip Musa amcaya zamanı hatırlatamıyordu.
Hatırlatma görevi benim üzerime kaldı.
Gidip kulağına “Musa amca konuşmayı toparlar mısın, zaman konusunda sıkıntı var” dedim.
Durdu, yüzüme baktı, bir şey diyecekti vazgeçti. Birden mikrofonu yere fırlatıp sahneyi terk etti. Aslında tepki bekliyordum ama mikrofonu yere fırlatacağını beklemiyordum.
Sevgili Orhan, hep o heyecanlı ve cıvıltılı haliyle, havalara zıplıyordu “ucuz atlattık” diye.
Ama ben çok üzgündüm “Ya bana küstüyse” diye sitem ediyordum.
Orhan “sana küsmez, seni seviyor. Ben deseydim inan ki mikrofonu başıma çakardı.”
Sonuçta Nevroz kutlamamız, anlamlı konuşmalar, Ahmet Kaya’nın güzel sesi ve coşkulu türküleri eşliğinde, sorunsuz geçmişti.
En önemlisi de, Musa amca bana küsmemişti.
“Gün döndü birîndarım/ Yüreğim yetim veli/ aşk dedim irkildiniz/ hangi güze kurutsam yüzümü dilin olur/Kınalar yakarım üç renk/ Aşk azarlar beni!”
Fatih ilçe merkezini açarken parti olarak karar almıştık. İlk defa dışarıya, Kürtçe müzik yayını yapacaktık.
Bir gün önceden hazırlık yapıldı, dışarıya hoparlörler takıldı…
Ertesi gün kızım da benimle gelmek istedi.
Çünkü Musa amcayla tanışmak istiyordu.
Musa amca ilçe binasına, hepimizden önce gelmiş, bütün haşmetiyle köşede oturuyordu.
Kızımla tanıştırdım, öptü, sevdi, yanına oturtarak elinden tuttu.
Kısa bir açılış konuşmasından sonra, müzik yayını başladı. Alkış, sevinç, halay birbirine karışmıştı.
Bir an gözüm Musa amcaya takıldığında, baktım ki ağlıyor…
Kızım da onun yüzüne bakarak, onunla birlikte ağlıyor…
Yanına koşuyorum “Musa amca neden ağlıyorsun ne oldu” diyorum safça.
“Daha ne olsun…
Dilimde şarkı çalıyor, dışarıdan insanlar dinliyor.
Bu benim dilim, benim çocuklarımın dili.
Halkımın dili.
Mutluluktan ağlıyorum kızım, mutluluktan ağlıyorum. Bu dil yüzünden bizi perişan ettiler.
Bak çocuklarım halaya durmuş. Kendi dillerinde şarkılar söylüyorlar. Bunun kime ne zararı var?”
Kalbimden vuruluyorum…
O an, o ağlayan gözlerde, bir halkı kendi diline hasret bırakmanın ne demek olduğunu, nasıl bir azap verdiğini görüyorum!
“Bu yıl da al olmadı Iğdır’ın elmaları/ Ağrı ikiz iki gelin duvağını hiç açmaz/ Eteğinde göze kan nevrozun çiçekleri/ Dilim Anter ellerim sıcak ve dost/ Yüzüm/ Onda tufan/ onda ölüm/ barut artığı/ onda birikirler arta kalanlar/ Onda aşkın haklılığı!”
Musa Anter, 1992 yılında Diyarbakır’da öldürüldüğünde, yüreği ve düşünceleriyle 72 yaşında gencecik bir delikanlıydı.
Bilgeydi, olgundu, güzeldi.
Sözünü esirgemeyen bir Kürt aydınıydı.
Şair, gazeteci, yazardı. İdamla yargılanmıştı. Mahpuslarda yatmıştı. Sürgüne gönderilmişti.
İşkence görmüştü.
Ama o asla yılmamıştı…
Yaşadıkları sohbetlere dâhil edildiğinde, masal anlatır gibi anlatırdı, yaşadığı gerçekleri.
Kürt halkına “çocuklarım” derdi.
Devletin derin elleri, Kürt halkının haklı mücadelesine katkı sunmasın diye, katletti onu!
Çünkü Musa Anter bir dirençti…
Özgürlük mücadelesinin yıldırılamayan direnişçisiydi.
Taşı ağırdı…
Musa amcanın katlediliş haberini, İsmail Göldaş vermişti bana. “Sana çok kötü bir haberim var.
Musa amcayı öldürdüler.”
Bir çığlıkla olduğum yere çöküp kalmıştım.
Ben babamı hiç hatırlamam ama o gün, Apê Musa’yı değil, benim babamı öldürmüşlerdi.
Öfkeli ve şaşkındım.
Sanki her şeyin rengi solmuş, tadı kaçmıştı.
Artık ayaklarım beni partiye götürmek istemiyordu!
1996 yılında, Nevroz Bayramı kutlamasını sunmak için, Diyarbakır’daydım.
Dicle Anter’e rica ettim.
Musa amcanın. Katledildiği yeri görmek istiyordum.
Beraber gittik…
Birçok dönemeci olan dar bir sokaktı.
Dicle, vurulduğu yeri gösterdi.
Oturup beraber ağladık…