1 Eylül Dünya Barış Günü. Aynı zamanda “Bu suça ortak olmayacağız!” metnini imzalayan “Barış İçin Akademisyenler”in OHAL gerekçesiyle çıkartılan KHK’lar ile ilk kez üniversiteden ihraç edildiği gün.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), geçtiğimiz günlerde “Barış İçin Akademisyenler: Güncel Durum Raporu” yayınladı.
Türkiye üniversitelerinde ‘tarihin en büyük tasfiyesi’, 1 Eylül 2016 günü 44 barış imzacısı akademisyenin ihracıyla başlamıştı. TİHV raporuna göre bu süreçte 406 akademisyen KHK’larla, 89 akademisyen başka yöntemlerle (iş sözleşmesinin sona erdirilmesi vb) işten çıkarıldı. 72 akademisyen istifaya, 27 akademisyen ise emekliliğe zorlandı. Sonuç olarak Türkiye üniversitelerinden 594 akademisyen tasfiye edilmiş oldu. Ayrıca 70 akademisyen gözaltına alınırken, 4 akademisyen tutuklandı. 822 akademisyene “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla dava açıldı, 204 akademisyen bu davalarda 15 ile 36 ay arasında değişen sürelerde hapis ceza aldı. Prof.Dr. Füsun Üstel’in cezası kesinleşti ve cezaevine girdi. İhraç edilenlerin pasaportları tahdit altına alınarak yurt dışa çıkışları ve herhangi bir işte çalışmaları engellendi.
Yaklaşık bir yıl önce Anayasa Mahkemesi “Barış Bildirisi” olarak bilinen ve 2212 akademisyen tarafından imzalanan “Bu suça ortak olmayacağız!” başlıklı bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna karar verdi. Bildiriyi imzaladığı için dayanaksız suçlamalara maruz kalan, ağır ceza mahkemelerinde yargılanan ve hapis cezalarına çarptırılan akademisyenlerin devlet organları eliyle adaletsizliğe uğratıldığı ve haklarının ihlal edildiği, böylece hukuken tasdik edilmiş oldu. En yüksek yargı organı tarafından verilen bu kesin ve bağlayıcı karara rağmen birçok tahdit ortadan kalkmadığı gibi ihraç edilen akademisyenler üniversiteye dönemedi.
Tüm bunların üniversiteye etkisi sadece 594 akademisyenin üniversiteden uzaklaşmasıyla kalmadı, üniversiteler üzerinde büyük bir baskı oluştu. Bu ortamda YÖK düzeninde zaten zayıflayan akademik özgürlük, özerklik tamamen ortadan kalkarken; üniversiteler, evrensel bilgi üretme ve aktarma işlevinden hızla uzaklaştı. Bugün gelinen noktada üniversiteler üniversite olmaktan çıkıp, iktidar partisinin çiftliği haline geldi (Üniversiteyi kazanmış olmanın sevinci ve gururunu yaşayan genç arkadaşlarımın hevesini kırmak istemiyorum; aksine bu durumu mücadele ederek onların değiştireceğine inanıyorum.).
Bu yazının amacı üniversitelerin hali üzerine hasbihal etmek değil; bunu başka yazıya bırakıp 1 Eylül’ü de vesile ederek, akademide bu büyük tasfiyenin gerekçesi haline getirilen “barış suçu”na gelelim. Eğer varlığını halkları birbirine düşman ederek sürdürebilen bir iktidarın yönetimi altındaysanız, barış istemek en büyük “suç”tur. Ne mutlu ki ben de “üniversiteden ihraç edilmiş, yargılanmış olsa da, barışı savunma ‘suç’unu işlemenin gururunu yaşamı boyunca taşıyacak akademisyenler”den biriyim!
Türkiye gündemi çok hızlı değişiyor ve her şey çok hızlı unutuluveriyor, unutulan da değersizleşiyor haliyle. Türkiye tarihinin en büyük üniversite tasfiyesine neden olan “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisi ve onun ortaya çıktığı koşullar da bu unutulmuşluktan nasibini aldı sanırım.
Zaman zaman anımsatmakta yarar var: 7 Haziran 2015 seçimlerinde Kürt ve Türk halklarının eşitliğini savunan HDP, iktidarın tüm oyunlarını bozarak barajı geçip, hükümetin kurulması için kilit parti haline gelince, çözüm masası dağıtılıp, şiddet ortamını yeniden canlandırmak üzere derin güçler devreye girdi. Bir taraftan Suruç ve 10 Ekim katliamları tezgahlanırken ve onlarca canımızı bu katliamlarda kaybederken diğer taraftan Diyarbakır başta olmak üzere birçok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları ilan edildi; ardından sivil ölüm haberleri gelmeye başladı. Bu dönemde ilgili pek çok haberin yanı sıra, insanlığın bittiği yer dedirten, evinin önünde öldürülen Cemile’nin cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; yine evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan Taybet Ana’ya ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan kaldıramayan evlatların haberleri ulusal medyada yayımlanıyordu.
TİHV’in raporlarına göre Ağustos 2015’den itibaren ilan edilen süresiz sokağa çıkma yasakları nedeniyle 2 milyona yakın yurttaş gıdaya, suya, geçim kaynaklarına, acil sağlık hizmetlerine, eğitime, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıldı. BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin Şubat 2017’deki raporuna göre, Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan 355 bin’i aşkın yurttaş, bu dönemde sürdürülen operasyonlar sırasında evlerini terk ederek, göç etmek zorunda kaldı.
Yine TİHV’nın Ağustos 2016 ve BM’nin aynı biriminin Şubat 2017 raporuna göre; Güneydoğu’da sokağa çıkma yasakları sırasında, resmi olarak belirlenebilen 323 sivil yaşamını kaybetti. Yaşamını kaybedenlerin 79’u çocuk, 71’i kadın, 30’u ise 60 yaşın üzerindeydi. Sadece 2015 yılında çatışmalı ortamlarda yaşamını yitiren sivil sayısı 222 oldu. Barış sürecinin 2015 yılının Temmuz ayında sona erdirildiği düşünüldüğünde sadece altı aylık süre içerisinde 222 sivil yaşamını yitirdi. Oysa 2002’den 2015’e kadar geçen 13 yıl içerisinde çatışmalarda ölen sivil sayısı toplam 87; çözüm sürecinin geçerli olduğu 2013-2014 yıllarında ise sadece 1 olduğunu belirtmek, barış ortamının değerini vurgulamak açısından önemlidir diye düşünüyorum.
İşte “Bu suça ortak olmayacağız!” derken kast ettiğimiz bu suçlardı ve bunları suç sayan sadece bizim vicdanımız değil, ulusal ve uluslararası hukuktu. Biz evrensel hale gelmiş bu değerleri savunduğumuz için, Türkiye’nin insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olabilmesi için o metne imza attık. Hiç pişman olmadık. Bu imzanın -bedeli yaşamlarımızda belki büyük oldu ama- demokrasi ve barış için ödenen onca ağır bedelin yanında sözü bile edilmez elbette.
Hiçbir müjde ‘barış olmadan’ toplumda huzuru ve refahı sağlayamaz. Barışın müjdelenmesi ise savaşla kendisini var eden egemenlerden beklenemez. Ancak mücadeleyle elde edilebilir.
Barış için bedel ödemek zorunda kalınmayan bir dünya umuduyla, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü kutlarım.