24 Haziran seçimlerinin sonuçları ile kampanya sürecinde oluşan beklentilerin uyumsuz olduğu herkesin malumu. Oylar açıklanana kadar genel beklenti AKP-MHP ittifakının Meclis’te çoğunluğu yitireceği, cumhurbaşkanlığı seçiminin de en azından ikinci tura kalacağı idi. İkisi de olmadı. Hayal kırıklığı ile karışık komplo teorilerine zemin hazırlayan da bu uyumsuzluk.
Oysa komplo teorisine gerek kalmadan, sadece herkesin gözünün önünde yaşananlarla hem sokaktaki kampanya sürecine hem de sandıktan çıkan sonuçlara ortak bir açıklama getirmek mümkün.
Zorlu ama umutlu kampanya süreci
Kampanya sürecinin iki yönü vardı. Birincisi, OHAL koşulları altında, ne adil ne demokratik ne de özgür olan bir seçim süreci yaşadık. AKP, HDP’yi baraj altında bırakmak için elinden geleni yaptı. AKP-MHP tabanından oy koparabilecek olan Saadet Partisi ve İyi Parti sokakta fiziki engellemeler, iletişim aygıtlarında da ağır bir sansürle iktidar mahallesine temas edemez hale getirildi. (CHP’nin öne çıkışı ise AKP tabanı açısından iktidara daha sıkı sarılma şeklinde bir karşı refleks ürettiğinden, Erdoğan CHP’yi ve İnce’yi muhatap alan bir kampanya yürütmeyi tercih etti.) Sonuç olarak AKP-MHP ittifakı, “zor” aygıtlarını sonuna kadar kullanarak yürüttüğü bir tür çitleme operasyonu ile toplumun önemli bir kesimini muhalefetin etki alanından uzak tutmayı başardı. Bu çitlenmiş alan içinde, etkin bir sokak hareketliliği sergilenmese de, iktidar olanaklarını kaybetmeme uyarısı eşliğinde iç örgütsel ağların harekete geçirilmesi yeterli oldu.
Muhalefetin bu çitlenmiş alanın dışında, 16 Nisan’da “Hayır” oyu vermişlerin mahallesinde, yani kendi dar sınırları içinde yürüttüğü kampanya ise umutları yükselten muazzam bir seferberlik halindeydi. Bugünden bakınca milyonların sokağa döküldüğü mitinglerin, miting havasında geçen seçim bürosu açılışlarının gelecek açısından umut vadeden bir toplumsal potansiyele işaret etmekle birlikte, iktidar açısından parıltılı bir seçim kampanyası kadar iş gören “zor”un rolünü unutturan bir yanılsamaya da yol açtığını söyleyebiliriz.
Sahipsiz sol potansiyel
Umut veren muazzam seferberliğin sırrının ise “sol”da ama şu anda hiçbir liderin ya da partinin mülkü olmayan, böyle davranma eğilimi de göstermeyen “sol”da olduğunu belirtmeliyiz. CHP, Abdullah Gül ya da İlhan Kesici gibi sağ bir adayla böylesi bir seferberlik yaratamazdı. Gezi’den beri dalga dalga sokakları zorlayan ve günün siyasi çatışmasına göre hangi aracı en rasyonel görüyorsa ona başvuran, bu araçlara bir sadakat de göstermeyen sol potansiyel, yani İnce’den önce esmeye başlamış olan rüzgâr 24 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimlerine mahsus olmak üzere İnce’nin sol popülist yelkenini doldurdu. Parlamento seçimlerinde sağla ittifak siyasetini esas alan CHP’ye o kadar yüz vermedi. Baraj altı bırakılma tehdidi karşısında yalnız bırakılan, ittifakını da çoklarının tavsiye ettiğinin aksine İslamcı, sağcı, milliyetçi çevrelerde değil sosyalistlerde arayan HDP’ye omuz verdi. Meclis’te HDP’ye başkanlıkta Muharrem İnce’ye oy veren, Demirtaş’ın oyu ile HDP’nin oyu arasındaki farkı ya da Muharrem İnce’nin oyu ile CHP’nin oyu arasındaki farkı yaratan, miting alanlarını dolduran, gündüz sandık başına akşam sandık peşine koşan, gece yarısı CHP tarafından alışık olduğu üzere yalnız bırakılan, maalesef HDP tarafından da ilgi görmeyen bu sol potansiyeldi.
Sonuçları irdelediğimizde ise tablo şudur: Muhalefetteki sağ partilerin bile uyumlu bir dil tutturmaya çalıştığı sokaktaki bu sol potansiyelin de etkisiyle HDP barajı aşarak, Muharrem İnce de yüzde 30’un üstünde oy alarak kampanya sürecinde ifade edilen hedeflerini tutturdu. Ancak yüzünü sola dönmek yerine de sağa dönerek kazanacağını hesap eden CHP ile ittifak içinde Meclis’e İyi Parti ve Saadet Partisi, AKP-MHP ittifakından beklendiği ölçüde oy koparamadı. Toplam oyu gerileyen AKP-MHP ittifakı da bu gerileyişe rağmen seçimin “resmi” galibi oldu. Muhalefet sokakta ve sandıkta ne kazandıysa “sol”la kazandı, “sağ”la ise hayal kırıklığı yarattı.
Sonuç olarak, yeni siyasi düzlemde muhalefetin ilerleyecekse “sol”dan ilerleyebileceği görülmektedir. Ülkeyi yönetme yeteneğinden ve meşruiyetinden yoksun, krizlerle karşı karşıya olan Erdoğan’ın da, iktidarını sürdürmek için “zor”a başvurmaktan çekinmeyeceği ortadadır.
24 Haziran’dan çıkan ders ne sadece kendi mahallemizde estirdiğimiz rüzgârların sarhoşluğuna kapılarak ne de iktidarın “zor”una bakıp yılgınlığa kapılarak sağlıklı sonuçlara varılabileceğidir. “Sol” potansiyel örgütlenmeli, ancak bu sol potansiyele yaslanan mücadele, iktidarın “zor”unu, yani siyaset yapma hakkını sınırlayarak toplumun geniş kesimleri arasına kurduğu bariyerleri kırma gerekliliğini ihmal etmeden örgütlenmelidir.
*Bu yazı sendika62.org ile eşzamanlı yayınlanmaktadır.