Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Cahillik Güçtür.
George Orwell
Türkiye’de demokrasi pratiğinin hiçbir zaman reel bir karşılığı olmadı. Kitlelerin politik alanda etkili olmasına izin verilmedi. Her ne kadar TBMM’nin genel kurul salonu duvarında “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dense de, çok sayıda ‘kayıt ve şartla’ egemenlik halkın elinden alındı… Rejimin adı ‘cumhuriyet’ olarak değiştirildi diye şeylerin seyrinin de değişmesi gerekmiyordu… Bir cumhuriyet rejiminde kitlelerin iradesinin reel bir karşılığı vardır. Olması gerekir. Aslında bizde ‘cumhuriyet’, bundan sonra padişah olmayacağının karşılığıydı. Padişah yoksa cumhuriyettir demeye geliyordu. Rejim mefhum-u muhalifinden giderek tanımlanıyordu. Kaldı ki, cumhuriyet, halkın gıyabında ilan edilmişti. Tipik bir darbe söz konusuydu… Öyle olduğunu görmek için resmi tarihe, resmî ideolojiye dair biraz kafa yormak gerekirdi… İlkokuldan üniversiteye, oradan askerliğe kadar, genç nesiller öyle bir bağnaz resmî ideoloji ve resmi tarih ‘rahle-i tedrisinden’ geçiriliyor ki, insanların düşünme yeteneği dumura uğruyor… Bir de zihinleri resmî ideoloji tarafından köreltilmiş olanlara ‘aydın’ deniyor… Esasen Türkiye bir ‘aydınlar ülkesidir’… Aydın sayılmak için bir diploma yeterli koşuldur…
Türkiye’deki rejim, varlığını iç ve dış düşmanlara borçludur. Dış düşman zaten verilidir. Sınırların dışındaki her ülke, herkes düşmandır… Fakat o kadarı T.C. için yeterli değildir. Rejim içdüşmana da ihtiyaç duyuyor. İç düşman da Kürtler, sosyalistler, Aleviler, demokratlar, hak ve özgürlük talebinde bulunan herkestir… Türkiye’deki rejimin tarihi aynı zamanda ‘iç düşmanlarla’ mücadelenin de tarihidir… En değerli yazarlarını, şairlerini, entelektüellerini, bilim insanlarını, gazetecilerini neden hunharca katlediyor, hapsediyor, açlığa mahkûm ediyor, ilticaya zorluyor sanıyorsunuz! Bu rejim, bugüne kadar halk tarafından gelen hiçbir hak ve özgürlük talebine olumlu cevap vermemiştir… Bilen varsa söylesin… Eğer herhangi bir hak talebini kabul ederse, evet derse, yeni hak taleplerinin gelmesinden korkar. ‘Yol bir kere açıldı mı, kimin geçeceği bilinmez’ diye düşünür… Rejimin en büyük korkusu özgürlük ve demokrasidir. Gerçek durum öyledir ama rejim kendini ‘modern’, ‘ilerici, ‘aydınlanmacı’ olarak sunmaktan da geri durmaz.
Siyasi partilere ‘devlet partisi’ olmak kaydıyla izin verilir… İstenmeyen siyasi partinin kurulmasına izin verilmez, kurulursa da kapatılır veya ‘işlevsiz hale getirilmeye çalışılır’. Zaten müesses nizamın partileri de gerçek bir siyasi partiye pek benzemez… Ekseri tek adam partileridir. Tepeden-tırnağa anti-demokratiktirler, bürokratik bir yapı ve işleyişe sahiptirler… İktidar olan partinin iki işlevi vardır: asayişi tesis etmek, bütçenin ve hazinenin yağmalanmasını sağlamak… Sömürüyü, yağma ve talanı güvence altına almak. Tabii bal tutanın parmağını yalaması da doğası gereğidir… Her dönemde yeni zenginler türer…
AKP, müesses nizamın diğer partilerinden farklı. Rejimi bir ‘İslam Cumhuriyetine’ dönüştürmek istiyor… XXI’inci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etmek gibi hezeyanlara da kapılmış durumda. Lâkin öyle bir şey asla mümkün değildir. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira, tarihte geri dönüş mümkün değildir. AKP mevcut rejimi yıkıp yenisini kurmak istiyor ama toplumu daha ileriye taşımak için değil… Bağnaz bir İslami rejim tesis etmek için… Bunun için de rejimin tüm kurumlarını birer birer çökertiyor. Müesses nizamın muhalefeti de her seferinde ‘bu her halde sonuncudur, orada durur’ diye düşünüyor ama Politik İslamcı AKP dur durak demeden kurumları çökertmeye devam ediyor…
Şu an itibariyle en temel kurumlar tasfiye edilmiş durumda. TBMM artık içi boş midye kabuğu. Eğer öyleyse, orada muhalefetin işi ne? Muhalefet Meclis’te kalmaya devam ederek, olmayanı varmış izlenimi yaratıyor… AKP’nin işini kolaylaştırıyor, değirmenine su taşıyor… Yüksek yargı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, vb. bütünüyle AKP’nin örgütleri haline gelmişken, devlet aygıtının tüm bileşenleri dinci gericilik tarafından kuşatılmışken, AKP’lileştirilmişken, hala oralarda ‘hak-hukuk-adalet mücadelesi’ verdiğini sanmaktan daha büyük aymazlık olur mu? Saldırıyla neyin amaçlandığını bilmeden onunla nasıl mücadele edilebilir… Artık dinci gericilik tarafından kuşatılmamış, içi boşaltılmamış bir kurum yok.
Müesses nizamın muhalefet partileri Meclis’i terk edip, resmi netleştirmeye, mücadeleyi asıl bulunması gereken zemine taşımaya cüret etmiyorlar… Türkiye’nin şu an itibariyle yegane etkili muhalefet partisi olan HDP’yi dışlayarak politika yapabileceklerini sanıyorlar… Ondan uzak durmalarının gerekçesi de evlere şenlik. Gerekçe ‘terörle iltisaklı olmak!’… Nasıl oluyor da verili hukuk sistemi dahilinde kurulmuş, Türkiye’nin 6 milyondan fazla oy almış üçüncü siyasi partisi terörle iltisaklı sayılıyor… Sebebi ortada: Kutsal devlet öyle buyurduğu için… Maalesef bu saçmalığa inanmaya alışık bir kitle de var…
1990’lı yıllardan beri ‘terör söylemi’, muhalefeti etkisizleştirmenin, özgürlük ve demokrasi taleplerini püskürtmenin, daha da ötede rejimleri çökertmenin etkili bir aracına dönüştürüldü. Artık muhalif olmak, bir hak talebinde bulunmak ‘terörist’ damgasını yemek için yeterli koşul… Bir kere terörist olmakla suçlandığınızda, artık hiçbir korumadan yararlanmanız mümkün olmuyor. Bu ‘lanetleyici’ silahın demokratik hakları ve özgürlükleri yok etmesini engellemek için etkili bir ideolojik mücadele gerekiyor.
Daha geç olmadan muhalefet partilerinin Meclis’ten topluca çekilmeleri, ünlü tabirle ‘sine-i millete’ dönmeleri, Meclis dışındaki muhalefetle geniş bir demokrasi cephesi oluşturmaları gerekiyor. Dinci AKP iktidarı artık geniş kitleler nezdinde meşruiyetini kaybetmiş bulunuyor. Baskıyı, şiddeti ve devlet terörünü dayatmak dışında bir koza sahip değil… Başka türlü söylersek, ‘rıza üretme’, ‘gönüllü kulluk” üretme yeteneği aşınmış bulunuyor… Zira, insanlara teklif edebileceği bir şey yok! Bu, muhalefetin şeylerin seyrini değiştirebilmesi için büyük bir avantaj demektir… Fakat tek partinin çekilmesi bu amaç için yeterli olmaz… Bu iş gelecek seçimi beklemekle de üstesinden gelinebilir değil. Godot’yu beklemenin bir alemi yok…
Daha geç olmadan bunu yapmak gerekiyor zira, belirli bir eşik aşıldıktan, su köprüyü yıktıktan sonra iş daha da zorlaşacaktır. Türkiye’de bu saldırıyı püskürtebilecek, bu süreci tersine çevirebilecek potansiyel fazlasıyla mevcut. Bu ülkenin demokratik güçleri şeylerin seyrini değiştirecek potansiyele sahip… Sorun, sadece o potansiyeli harekete geçirebilmekle ilgili…
Bütün mesele bildik muhalefet tarzının dışına çıkabilmeye, yeni, etkili mücadele yöntem ve araçları keşfetmeye bağlı… Ve bu da bizim irademizi aşan bir şey değil… Ellerimizin ilelebet armut toplaması gerekmediğine göre… Kaldı ki bu, haysiyetli insanlar olarak yaşamanın da bir gereği değil midir?