AKP’nin 3 Kasım 2002 seçim programında, krizden çıkış için Kemal Derviş aracılığıyla uygulamaya konulan ekonomik programın koşulsuz yerine getirileceği taahhüdü vardı. Bu programla birlikte Türkiye’nin ulusal ve uluslararası sermaye için bir cazibe merkezi haline getirilmesi hedefleniyordu: Kamu işletmelerinin ve arazilerinin özelleştirilmesi; emekçilerin haklarını koruyan yasaların esnekleştirilerek çalışma rejiminin kuralsızlaştırılarak ülkemizin ucuz emek pazarı haline getirilmesi; sosyal devletin tamamen tasfiye edilerek eğitim, sağlık, sosyal güvenlik başta olmak üzere kamu hizmetlerinin piyasaya açılması; sermayenin vergi yükünün, dolaylı vergiler arttırılarak toplumun üzerine yıkılması ve ekonomi yönetiminin ‘bağımsız üst kurullar’ adı altında piyasaya devredilmesini içeriyordu. AKP iktidarının ilk döneminde ülkenin tüm kaynaklarını uluslararası sermayeye açan ve ekonomiyi tamamen küresel güçlerin etkisi altına sokan politikalar yaşama geçirildi.
Büyük ölçüde AB müktesebatına uyum gerekçesiyle yapılan bu düzenlemeler liberal sağ ve liberal kesimler ile sendikaların önemli bir bölümünün de desteğini aldı. 2007 sonrası süreçte ise devlet, kamusal alanın ve kamusal varlıkların tümünü sermayenin hizmetine sunacak ve olası zarar durumunu da üstlenecek bir rol üstlendi. Özetle, Türkiye ekonomisi AKP’den çok daha önceleri uluslararası kapitalizmin boyunduruğu altına girmişti.
Ancak AKP döneminde önce AB’ye üyelik üzerinden aldığı destekle, daha sonraları ise baskı mekanizmalarını da kullanarak toplum küresel kapitalizmin nesnesi haline dönüştürüldü. Bugün Türkiye 1979, 1994, 2001 kriz dönemlerinden çok daha fazla küresel ekonomiye bağımlı haldedir. Etten nohuta, bulgurdan pirince kadar en temel tüketim malları bile dövizle ithal edilmektedir. Dolayısıyla TL’nin değer kaybı, toplumun çok önemli bir bölümünün bu temel tüketim mallarına dahi erişimini engelleyecektir. Öte yandan Türkiye küresel üretim sisteminin bir parçasıdır. Krizle birlikte işyerleri kapanacak, krizi fırsata çevirmeye çalışan patronlar güvenceli, örgütlü emekçileri işten çıkartarak güvencesiz, örgütsüz işçileri çok daha düşük ücretle işe alacak ve onları çok daha güvencesiz ve yoğun bir tempoda çalıştıracaktır. Bu durum aynı zamanda meslek hastalıklarının ve iş cinayetlerinin daha da artması anlamına gelecektir.
AKP döneminde ekonomik büyümenin kaynağı önemli ölçüde emek ve doğa sömürüsüdür. Gerek küresel ekonomiye eklemlenmiş olan büyük sermaye gerekse AKP’nin yarattığı lokal sermaye tarihin hiçbir döneminde elde edemeyecekleri kadar büyük kârlar elde etmiştir. Buna karşılık toplumun çok geniş kesimi ise yoksullaşmıştır. Bu yoksulluk borçlandırma sayesinde yeterince gün yüzüne çıkmamıştır. Ancak krizin etkisiyle çok yakın zamanda işsizlik ve açlık düzeyinde yoksulluk yaygınlaşacaktır. Bu koşullarda borçlar da ödenemez hale gelecek, haciz ve diğer yollarla borçla alınan gayrı-menkul ve menkuller hızla kaybedilecektir.
Öte yandan kamuda tasarruf bağlamında personel giderlerinin yüksek olduğuna yönelik söylem giderek yaygınlaşmaktadır. Bu kamu emekçilerinin ve emeklilerin maaşlarının baskılanacağı anlamına gelir. Ne hazindir ki sömürü böylesine derinleşmişken ve krizin faturası yine emekçi, yoksul halkın sırtına yıkılmaya çalışırken parlamento içindeki ve dışındaki siyasi partilerin, sendikaların hemen hiçbirinin bu sürece ilişkin olarak ortaya koyduğu bir mücadele perspektifi yoktur. Bu yapıların üzerlerindeki ataleti bir an önce üzerlerinden atıp, ekonomik ve demokratik talepleri ortaya koymaları ve birlikte bir mücadele hattı geliştirmeleri gerekir. Aksi halde fatura yine işçi sınıfına ve yoksul halka ödettirilecektir.