Yine bir seçim dönemindeyiz ve yine ne iktidar ne de kendilerini muhalefet olarak tanımlayanlar coğrafyanın temel meselelerini gündemlerine almıyorlar. Evet, sadece ekonomik sıkıntılar konuşuluyor. Kendilerini muhalefet olarak tanımlayan özellikle ana muhalefet partisi CHP, coğrafyanın temel meselelerini, ekonomik sorunun asıl nedenini, hiçbir zaman tartışma konusu yapmıyor. Zaten coğrafyamızda insan hakları ihlallerinin karşısında temel sorunumuz, iktidar ve muhalefetin aynı anlayışla besleniyor olması.
Yarın, yani bu yazının yazıldığı günün ertesi günü, insan hakları savunucuları olarak bir kez daha yargılanacağız. Yargılanmamızın nedeni 24 Nisan 1915 tarihinde gerçekleşen Ermeni ve diğer Hristiyan halklarımıza yönelik bir soykırım suçunu oluşturan günde yaptığımız bir basın açıklaması. Her yıl İnsan Hakları Derneği olarak özellikle 2005’ten bu yana her 24 Nisan’da soykırımı tanı, af dile, tazmin et çağrısını yapıyoruz.
Bu çağrı aslında çok geç kalınmış bir çağrı. Maalesef ki kendilerini sosyalist, ilerici, demokrat olarak nitelendiren insanların, grupların birçoğu da bu tartışmayı çok uzun bir süre hiç yapmadılar. Resmi ideolojinin temel meselelerinden, temel dayanaklarından biri olan 1915 soykırımı, bu coğrafyada kimsenin gündemine girmedi.
Oysa ki Cumhuriyetin kuruluşuna geri döndüğümüzde, Cumhuriyeti kuran kadroların bu soykırımı gerçekleştiren kadrolarla aynı anlayıştan geldiklerini, esas temel belirleyenin, İttihat Terakki Cemiyeti olduğuna şahit oluyoruz. Gerçekten de bu resmi ideoloji soykırımın ardından Cumhuriyetin kuruluşuna esas alınmıştır. İttihatçı ideoloji sadece Türk ve Sünni- Müslüman kimliğini kabul eder. Bu coğrafyada var olan diğer etnik, dinsel, dilsel ve inanç kimlikleri ya yok sayılmıştır ya da yok edilmiştir.
Bizler şunu çok iyi biliyoruz ki gerçekten bir demokratikleşme gerçekleşecekse yaşadığımız yerde, bu ancak resmi ideolojinin eleştirilmesi ile başlar, devletin geçmişte işlediği suçlarla yüzleşmesi ile başlar. Bu yüzleşmenin gerçekleşebilmesi için de böyle bir talebin yükselmesi gerekir. İşte, bizim yaşadığımız yerde eksik olan da bu talebin yükselmiyor olmasıdır.
Bugün kendilerini muhalefet olarak tanımlayanlar, ekonomik sorunlardan söz ederken maalesef ki savaştan hiç bahsetmezler. Türkiye Cumhuriyeti devleti, bütçesinin büyük bir bölümünü savaş politikasına harcamakta. Bunu ne ana muhalefet partisi, ne diğer muhalefet partileri, ne de işçi sınıfı yeterince dile getirmemekte. Bunu dile getiren sadece Kürtlerin yoğunlukta olduğu ve zaman içinde çoğu kapatılıp yeni isimler alan ve bugün de DEM Parti olarak bilinen partidir. Bunun dışındaki hiçbir partinin gündeminde bu sorun yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin hukuk sisteminin temeline baktığımızda ve hukukun “yapıcısının” kimliğine baktığımızda, hukukun nasıl şekillendiği de son derece anlaşılır bir niteliktedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, hukukunun temel prensiplerini belirleyen kişi Mahmut Esat Bozkurt’tur ve Mahmut Esat Bozkurt bir Türkçü, Türk ırkçısıdır ve Mahmut Esat Bozkurt’un yaptığı konuşmalar son derece iyi bilinmektedir ve hatırlanmaktadır. “Bu coğrafyada Türk olmayanın sadece hizmet etme hakkı, Türk’ün hizmetçisi olma hakkı vardır” demiştir.
İşte aslında Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasası, hukuku, hukuk kuralları da bu anlayış üzerine şekillenmiştir. Bugün cumhuriyetin kuruluşundan beri hatta öncesinde yaşanan ve devletin müdahil olduğu hiçbir suçu konuşmak mümkün değildir. Ermeni soykırımı konuşulamaz, Kürdistan’da işlenen hak ihlalleri, katliamlar, örneğin 1938 soykırımı bunlar konuşulamaz, bunlar yasaklı konulardır. Zaten ifade özgürlüğünün önündeki engeller derken de işte bu konulardan söz ederiz.
Hukuk sistemi tek bir kimliği, Türk ve Sünni Müslüman kimliğini esas aldığı için hukukun uygulaması da bu yönde olmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin iç hukukunda bazı haklar tanımlanmış olabilir, Türkiye Cumhuriyeti devletinin altına imza attığı birçok uluslararası sözleşmelerde de bu haklar tanınmıştır hatta garanti altına alınmıştır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti devleti bir hukuk devleti olmadığı için imza attığı uluslararası sözleşmeleri uygulamak bir yana kendi hukukunu da iç hukukunu da çoğunlukla ihlal etmektir.
Biraz geriye baktığımızda çok eski değil 1990’lı yıllarda işlenen birçok kontrgerilla cinayeti, hatta katliam cezasız kalmıştır. En son geçtiğimiz günlerde yine -ki son derece önemli maddi deliller olmasına rağmen- Kulp davası da cezasız bırakılmıştır.
İşte bu cezasızlık politikası hatta dönem içinde birçok suça karışan faillerin bugün yine siyasi aktörler olarak siyasetin içinde yer almaları hatta belirleyen olmaları -örneğin Mehmet Ağar gibi- onlara suç işleme özgürlüğü gücünü vermektedir.
Bugün kendisini muhalif olarak tanımlayan partilerin, örneğin Mehmet Ağar neden siyasetin içinde, neden hala bu kadar belirleyici? Diye sorduklarını hiçbir şekilde hatırlamıyoruz. Çünkü Mehmet Ağar ve temsilcisi olduğu anlayış iktidarı da muhalefeti de belirliyor.
Böyle bir durumda, iç hukukun böylesine ihlal edildiği, böylesine uygulanmadığı bir ortamda, maalesef ki uluslararası sözleşmelerin de neden uygulanmadığı. Neden sürekli ihlal edildiği ve bu sözleşmelerde Türkiye Cumhuriyeti devletinin imza ortağı olan Avrupa Birliği ülkelerinin denetim mekanizmalarını Türkiye’ye karşı neden işletmedikleri de ayrı bir soru.
Özellikle son 10 yıldır ifade ve örgütlenme özgürlüğü büyük baskı altında. Birçok arkadaşımız cezaevinde. Bugün cezaevinde olmalarının nedeni, sadece devlet gibi düşünmemeleri. Birçoğumuz da aldığımız cezalar nedeniyle cezaevine girmek üzereyiz, hatta çok büyük bir bölümümüz adli kontrollü olarak yaşıyor. Aslında bu coğrafyada, rehin gibi yaşıyoruz…
Böyle bir ortamda mücadele sürdürmek gerçekten kolay değil. Yarın ne olacağını bilmeden yaşamaya devam etmek, büyük bir öngörüsüzlük içinde olmak hiç kolay değil.
İşte tam da böylesine öngörüsüzlüğün en son seviyeye çıktığı, seçimlerin kendilerini büyük bir belirsizlik içinde dayattığı bu günlerde, bizler insan hakları savunucuları olarak mücadeleye devam etme kararlılığımızı yine de göstermekteyiz. Bir %15 gibi biat etmeyen grup var bu coğrafyada. Yaşadıkları tüm baskılara, hak ihlallerine rağmen işte bu biatsız grup mücadele etmeye devam ediyorlar.
Bu %15’in içinde Kürt hareketi, kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi bazı sosyalist gruplar, işçi sınıfının bir kısmı var. Bu mücadele, bu biatsız mücadele de, gücünü bu baş eğmeyen duruştan alıyor. Devam diyoruz, mücadeleye devam…