“Modernlik” epey esnek bir kavram ve kullanıldığı bağlama göre farklı biçimlerde anlaşılabiliyor. Örneğin tarihçilerin yaygın kullandığı “pre-modern” kavramı, 16. ve 17. yüzyıllar arasına tarihlendirilir ve modernlik de o zamandan bu yana geçen sürecin tamamını kapsar. Felsefede, modernliğin genellikle, zamanımıza kadar gelen tüm ideoloji ve kuramların dolaylı ya da dolaysız temelini oluşturan 18. yüzyıl Aydınlanması ile başladığı kabul edilir.
Ekonomist ve sosyologlar ise, modern dönemi 19. yüzyıl başındaki sanayileşmeyle başlatırlar. Sanat ve kültür alanında, modernliğin sona erip yerini postmodernliğe bıraktığı teması uzun zaman önce felsefeye, tarih kuramlarına, sosyolojiye ve ekonomi bilimine de yayıldı. Kumarhane-internet kapitalizminin “yeni ekonomisi”, postmodern bir sosyo-ekonomik paradigma olarak tarif edildi; daha birkaç yıl önce hazin biçimde balonu patlayan yeni bir sermaye birikimi ve refah çağı olarak nitelendi.
Modernlik kavramının gelişimindeki sorun, toplumsal bütünlük ve tarih perspektifinin giderek kaybolmasında yatıyor. Kuramlar sadece “sistemin parçaları” üzerinde durdukça, sosyal bilimler de “eklemsiz” hale geldi. Bütünlük kaybolunca, postmodernliğin kopukluk kültünü işlemesini sağlayan bir boşluk ve çekilme ortaya çıktı.
Sanatta, kültür endüstrisinde ve alternatif yaşam tarzlarında da aynı atomlaşma meydana geliyor. Bu atomlaşma eğilimi katıksız ideoloji olmakla kalmıyor, aynı zamanda şimdiye dek incelenmemiş toplumsal hedeflere de işaret ediyor. Toplum çözülerek gerçek bağlantılardan yoksun bir görünüm arz ediyor, ve bu sürecin kendisi de yine gerçek bir toplumsal temel olmadan, salt ideolojik çerçevede kavranıyor. Ancak, tarihi ve toplumu bir bütünlük olarak ele aldığımızda bambaşka bir perspektif kazanıyoruz.
Modernlik bir süreklilik ve kategorik bir bağlantı oluşturur; tarıma ve dine dayalı geleneksel biçiminden farklılaşan belli bir tarihsel toplum formasyonudur modernlik. Bu süreçte aslolan, bir yanda kapitalizmin, yani modern meta üretimi sisteminin tesisi, diğer yanda patriyarkanın ve toplumsal yeniden üretimin “nesnelleştiği” modern toplumsal cinsiyet ilişkilerinin tesisidir. Ancak “modern”den anlaşılması gereken şey, durağan bir süreklilik oluşturmaz, dinamiktir. Bu nedenle de “modern” kavramı “modernleşme” ile el ele yürür.
Modernleşme, başlangıcında dışsal ve içsel bir sömürgeleştirme süreciydi: Dışarda, Avrupa sömürgeciliği aracılığıyla modern toplumsal kategorilerin pekiştirildiği, içerde ise eski tarımsal-dinî ilişkilerin ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin yıkıldığı bir süreç. Bu süreç, Avrupa ve Kuzey Amerika dışında eşit olmayan bir hızda ve 20. yüzyıla kadar süren peş peşe dalgalarla, kesintili biçimde gelişti. Bugün ise, çevre ülkelerden kapitalist merkezlere kadar, işsizlik ve kitlesel yoksulluk, altyapı hizmetlerinin bozulması, orta sınıfın çöküşü biçiminde kendini gösteren “kökten bir ekonomik kriz” mevcut; entelektüeller ve sanatçılar da dahil geniş kesimler sosyal güvencesizliğin pençesine düşüyor. Artan küresel göç de bunun bir parçası.
Bütün olarak bakıldığında, yeni bir küresel kriz türüyle karşı karşıyayız. Postmodern çağ modern çağın ötesinde değil; modern çağdan ayrılmaz olan bir kriz çağı. Zamanımızı modernliğin krizi olarak, yani maddi temelin yok olmasıyla ayırt edilen bir kriz olarak tarif edebilirsek, bu sorunun modern meta üretimi sistemi ekonomisinde temel bir toplumsal dayanağı vardır. Kapitalizmin tarihinde ilk defa, üretimin rasyonalizasyonu piyasaların genişlemesini geride bırakmıştır. Peş peşe gelen dalgalarla, emek gücü üretim sürecinden çekildikçe, gerçek sermaye geride kalmaktadır.
Üretim kapasitesinin Çin veya Hindistan gibi düşük ücretli işçi çalıştırılan ülkelere transferi, yüksek teknoloji ihracatıyla bağlantılıdır. Küreselleşmede artık, nüfusun tamamının bütünleştirileceği ulusal ekonomik “kalkınma” diye bir şey yok. Modernleşme bu anlamda da sona erdi. Kapitalizm artık azınlıkların kapitalizmidir. İnsanlığı yeryüzü çapında birbirine bağlıyor, ama bunu sadece negatif anlamda, toplumsal varoluşun bütün temel bağlarını çözen bir kriz süreci biçiminde yapıyor. Fakat bu yalnızca bir kitlesel yoksulluk ve işsizlik sorunu değil.
Artan toplumsal parçalanma, aynı zamanda “post-politik” dağılma süreçlerini de, büyük ve küçük ölçeklerde serbest bırakıyor. Bir tarafta sinsi bir özelleştirme var. Geleneksel savaş türlerinin yerini, artan kuralsızlığın ortasında cereyan eden yeni iç savaş türleri alıyor – özellikle kadınlara ve çocuklara yönelen şiddetin damgasını vurduğu iç savaşlar. Güvensizlik bölgeleri gün geçtikçe genişliyor. Siyasi “demokratikleşme”, kitlelerin kapitalizme entegre edilmesi demekti.
Ücretli işçinin bir yurttaş ve medeni hakların öznesi olarak tanınması (genel oy hakkı, 20. yüzyılda kadınlara tanınan oy hakkı, grev ve toplanma hakkı), ücretli işçinin soyut emeğe tabi kılınma sürecinde madalyonun diğer yüzünden ibaretti. Reel sosyalizm ise, aynı toplumsal ve ontolojik temeller üzerinden tasavvur edilen alternatif bir sistemdi sadece. Ekim Devrimi’nden sonra küresel piyasanın çeperinde geliştiği biçimiyle reel sosyalizm, bir tür “geç gelen” modernleşme paradigmasıydı: soyut emek ilga edilmemiş, yalnızca başka yerlerden daha geç devreye sokulup uygulanmıştı. Postmodernlik ise, soyut emeğin çözülmesini ve dağılmasını temsil eder. Reel sosyalizmin sonu da bu bağlama aittir ve geç gelen modernleşmenin sonuna işaret eder.
Modern ulus-devletin klasik birleştiriciliği çözüldükçe, maddi temeli dağılan sermaye hayatın tüm yönlerine yayılarak genel bir tükenme ve kriz duygusunda kendini gösterir. Ekonomik maddi temelin krizi, ve dolayısıyla siyasetin krizi, o temele kökünden bağlı modern erkek kimliğinin krizi haline gelmiştir; kadınlar zaten oldum olası sisteme tam entegre edilmemişlerdi. Bu kriz halinde, feminist hareketin kazanımları da birer birer geri alınıyor. Bu geri çekiliş sahasında, içi boşalan eril kimlik tamamen kontrolden çıkıyor, ve dört bir yanda giderek artan cinsiyetçi şiddetle kendini dışavuruyor.
Modernleşmenin kadim iblisleri, ırkçılık, anti-Semitizm, etno-milliyetçilik, hem erkekler hem de kadınlar arasında, yeni kılıklar altında geri geliyor. Kültürel üretimde de aynı çöküş gözlemleniyor. Kültürün ve sanatın krizi, mali krizin ve bu alanda faaliyet yürütenlerin güvencesiz yaşam koşullarının sonucu değil sadece, kültür ürünlerinin içeriği de krizde. “Yeni” dediğimiz, eskinin ısıtılmış biçiminden ibaret (retro). Yalnızca televizyon programları tekrarlanıp durmuyor, kullanılmış moda ve içerikler de, gitgide daha sık aralıklarla, yeniden dolaşıma sokuluyor. Kültürel gelişmenin dinamiği, aynının ezeli ebedi dönüşü biçimini alıyor.
Her şey sıradanlaştığından, sanat da artık kışkırtıcı olamıyor. Almanya’da tiyatro seyircisi, çıplaklığı ve kabak tadı veren kan banyolarını esneyerek izliyor. Bugün Almanya’da asıl sansasyon, oyuncuların sahneye giyinik çıkması. Evrensel kopukluk olarak toplumsal parçalanma ve dağılma, evrensel bir içeriğin yokluğuna veya geçmişte bu sürece karşı çıkmak için ortaya konmuş eleştirel içeriklerin aşındırılmasına dönüşüyor. Teknolojik indirgemecilik iletişim alanında da kendini gösteriyor.
İnsanlar mültimedya teknolojilerinin mühimmatıyla ne kadar donanırsa, birbirlerine söyleyecek şeyleri o ölçüde azalıyor. Sosyal bilimler de bu eğilimlerden muaf değil. Ulrich Beck, sosyolojinin kendi eliyle yarattığı anlam kaybı ve gerçeklikten kopukluktan bahsederken, kendinden de söz ediyor. Sosyolojinin gerçeklikten kopukluğu sanat ve kültürünkiyle aynı, ve bu maddi temel kaybını boş kavramlar icat ederek kapatmaya çalıştığı ölçüde bu durumdan “sorumlu”.
Sosyolojinin artık krizin acil sorunlarına cevap üretmemesi de bundan. Bazı fenomenleri yüzeysel olarak tarif ediyor, ama onlar arasındaki bağıntıları görmeyi reddediyor. Bu postmodern kısırdöngüden çıkmanın bir tek yolu var: teorinin yeniden, “soyut emeğin” ve modern toplumsal cinsiyet ilişkilerinin krizinden başlayarak “bütünlüğü” ele alması ve kapitalist ontolojiye yönelik radikal bir eleştiri ortaya koyması. Belki böyle derin bir eleştiri sayesinde, sanat da kışkırtıcı niteliklerini yeniden kazanabilir.
*e-skop.com’dan alınan bu yazı Elçin Gen tarafından çevrilmiştir.