Stephen Eric Bronner
“Bütün iktidar sovyetlere!”: Lenin’in 1917’de devrimci projesini başlatırken kullandığı slogandı bu. Merkezî olmayan proleter yönetimi tasavvurları, Bolşeviklerin girişimine ütopyacı bir tür meşruiyet kazandırıyordu. Birinci Dünya Savaşı uzadıkça, umutsuzluk kendi karşıtına yol açmıştı. Neredeyse her yerde kendini hissettiren beklenmedik “Doğu rüzgârı” Batı’da yeni bir duyarlılık yarattı. Bolşevik Devrimi, “destansı” aşamasında (1918-1921), dünyanın her yerinde modernistlere ilham verdi.
Sovyetler –yani işçi konseyleri– ezilen ve sömürülenlere yeni bir devleti değil “devletin sönümlenmesi”ni vâdediyordu. Dünya proletaryası bu vaade ilgisiz kalmadı ve Bolşevik Devrimi’yle birlikte umutlar iyice arttı. Kimileri, ekspresyonist ressam Lyonel Feininger gibi, mesihçi bir heyecana kapıldılar. Feininger, devrimin neleri gerektirdiğini düşünmeden, Küçük Bir Şehirde Devrim (1918) adlı eserinde olduğu gibi devrimi bir sevinç patlaması olarak gördü veya Sosyalizm Katedrali’nde (1919) olduğu gibi devrimi ruhanileştirdi. George Grosz, Kalkın Ey Yeryüzünün Lanetlileri (1919) adlı eserinde, daha denetimli ve disiplinli bir dayanışma ihtiyacını vurguladı. Fakat en ağırbaşlılar bile, kendiliğinden patlak veren işçi konseyleri karşısında büyülenmeden edemedi. Yeni İnsan, erki ele almış gibi görünüyordu ve barındırdığı onca gizilgüç serbest kalmak üzereydi. Böylece modernizm devrimle harmanlandı.
İmparatorluk Almanya’sı, tıpkı İmparatorluk Rusya’sı gibi, savaş meydanındaki yenilgiyle beraber, bastırılmış tutkuların, ihanet ve kıyamet duygularının zincirinden boşanmasına tanıklık etti. Bitmek bilmeyen o dört yıl boyunca siperlerde perişan olmuş insanlar arasında yönetici sınıflara duyulan öfke büsbütün kabarmıştı. Alman işçileri ile askerlerinin gözü kulağı Moskova’daydı. Savaştaki yenilgi ve Kiel’de denizcilerin isyanı üzerine Kayzer tahttan çekildi ve 1918 Kasım Devrimi gerçekleşti. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) iktidara geldi ve köklü bir devrimden yana hiç de ümit vermeyen liderleri Weimar Cumhuriyeti’ni ilan ettiler. İlk cumhurbaşkanı, sönük bürokrat Friedrich Ebert ve onun (“kızıllar”ı tespit etme yeteneğinden ötürü “tazı” lakabı takılan) acımasız içişleri bakanı Gustav Noske, eski düzenin demokrasi karşıtı reaksiyoner güçleriyle hemen uzlaştılar. Orduda, yargıda ve devlet hizmetinde eski rejim unsurlarını tasfiyeye yanaşmadılar. Buna karşılık reaksiyoner güçler de, işçi konseylerine dayalı sosyalist bir cumhuriyet kurmakta kararlı proleter azınlığı bastırmak için yeni rejime (geçici olarak) destek verdi.
Modernistler isyancıları savunmak için seferber oldular. Münih bu açıdan başı çekiyordu. 19. yüzyılda Münih kentinin sakinleri, liberal tavırlarıyla ve Prusyalılardan son derece farklı olan rahat ve hoşgörülü yaşam tarzlarıyla gurur duyuyorlardı. 20. yüzyılın başlarında Kandinski gibi ekspresyonist sanatçılar ve arkadaşları, sakin Dachau banliyösüne yerleşmiş; Bertolt Brecht, Lion Feuchtwanger, Oskar Maria Graf gibi önemli yazarlar da Schwabing gibi daha kentsel bohem semtlerde uzun yıllar yaşamıştı. Modernist alt-kültürün yarattığı anti-otoriter ve deneysel ortam, işçi sınıfı unsurlarına da nüfuz etmişti; nitekim 1918’de Kurt Eisner, kendini (neredeyse tesadüf eseri) 200 bin kişilik bir gösteriye önderlik ederken bulacak ve sonunda kısa ömürlü ama destansı Bavyera Sovyeti’ne zemin hazırlayan geçici azınlık hükümetinin başına geçecekti.
Eisner’in 1919’da, istifasını vermek üzere yoldayken reaksiyoner anti-Semit Anton Graf von Arco tarafından suikaste uğraması, daha radikal bir Bavyera Sovyeti kurulması çağrısının önünü açtı. Kısa ömürlü Macar Sovyeti (1919) büyük heyecan yaratmıştı ve birçok kişi Bavyera proletaryasının benzer bir eyleminin Avusturyalılara yeniden kendi sovyetlerini kurma cesareti vereceğini düşünüyordu. O zaman diğer komşu ülkelerde de radikal demokratik gelişmeler yaşanabilirdi. Kısacası, 7 Nisan 1919’da Bavyera Sovyeti’nin ilan edilmesi, başarıya götürecek maddi koşullar mevcut olmasa da, siyasi açıdan anlamlıydı. Sovyetin kurucularından Erich Mühsam ve Ernst Toller, ekspresyonist avangardın öncü figürlerindendi. Gustav Landauer de öyle. Sonuçta üçü de, iktidarı ele almış modernistlerdi.
Kurt Eisner (1867-1919)
Kısa ömürlü Bavyera Cumhuriyeti’nin başbakanı ve savaş öncesi Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) önemli isimlerinden biri olan Kurt Eisner, militan, polemikçi ve yetenekli bir hatipti. Birçok ünlü yazar ve sanatçıyla dostluğunun yanı sıra, işçi sınıfı arasında da çok sevilen biriydi. Kültürel modernizmi siyasi bir projeyle bağlantılandırmaya çalışan ender parti liderlerindendi. Edebiyat uğraşının ön planında her zaman sosyalizm ideali vardı ve işçi sınıfından geniş kitlelere ulaşmayı hedefliyordu. Ancak yine de realist forma bağlı değildi. Baştan beri derdi yeni bir siyasi kültür yaratmaktı. 1889’da bir “halk tiyatrosu” kurulması çağrısında bulunmuş, ardından Özgür Halk Tiyatrosu adlı avangard grubun kuruluşuna yardım etmişti.
Eisner, yaklaşmakta olan savaş konusunda öngörülü davranmış, ilkelerine sadık kalarak SPD’nin Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili milliyetçi tutumundan ayrılmıştı. Ancak hiçbir zaman, ne teoride ne pratikte, devrimci addedilebilecek biri olmadı. Politika veya estetik üzerine önemli bir eser kaleme almamış olsa da, bir kültürel politikacı olarak o dönem çok rağbet gören sinizmi reddetti ve ezilenler arasında dayanışma ihtiyacını vurguladı.
Gustav Landauer (1870-1919)
Gustav Landauer, sosyalist, savaş karşıtı ve anarşistti… İşçi hareketine katılmış, 1900 dolaylarında Sosyalist adlı bir derginin editörlüğünü yürütmüştü; ama o da SPD’nin reformizminden koparak, “Gençler” adıyla bilinen ve 1894’te hızla partiden kovulan aşırı solcu bir grubun önde gelen isimleri arasında yer aldı.
Landauer’in etiğinin temelinde, insanın özünde iyi olduğu fikri ve ütopik bir ahenk arayışı, hem bireye saygı hem de kardeşlik vurgusu yatıyordu. Sosyalizme Çağrı (1911) adlı pek bilinmeyen eserinde, ekonomik eşitliğin yanı sıra yeni bir doğrudan demokrasi biçimi tasavvur etmiş, denetimi ele alan eğitimli işçi sınıfının şiddeti gereksiz hale getireceğini öne sürmüştü. Bu açıdan bakıldığında, Bavyera Sovyeti’nin dağılmasından sonra Landauer’in tutuklanmasına dair hikâye hayli dokunaklı görünüyor. Anlatılana göre, kendisini tutuklayan askerlere insanın özündeki iyiliği anlatıyormuş, yürümekten yorulan ve Landauer’in monoloğundan usanan askerler onu döve döve öldürmüşler.
Landauer, Bavyera Sovyeti’nin eğitim bakanı olarak, 18 yaşındaki herkese Münih Üniversitesi’nde tam zamanlı öğrenci olma hakkı tanımaktan, bir “öğrenci sovyeti” kurmaya ve sınavları kaldırmaya kadar, çok çeşitli reformlar önermişti.
Erich Mühsam (1878-1934)
1878’de Berlin’de Yahudi bir eczacının oğlu olarak dünyaya gelen Mühsam, sosyalist ajitasyon faaliyetleri nedeniyle liseden atıldı. Berlin ve Münih’te anarşist çevrelere yöneldi. İlk şiir kitabı Çöl 1904’te yayınlandı ve Mühsam kısa sürede kabare şarkısı, kısa hikâye ve piyes yazarı olarak ünlendi. “Die Revoluzzer” (1907) gibi şiirlerinde sosyal demokrasiyle alay etti. Die Weltbühne ve Simplicissmus gibi önemli dergilerde eserleri yayınlandı.
Mühsam, Bavyera Sovyeti’nin dağılmasının ardından yakalanıp 15 yıl ağır çalışmaya mahkûm edildi. Cezası sonradan beş yıla düşürüldü. Serbest kaldıktan sonra anarşist faaliyetlerine devam etti, ancak artık daha temkinliydi. Dergisi Fanal’de artık asıl düşman olarak sosyal demokrasiyi eleştirmiyor, Nazileri hedef alıyordu. Weimar döneminin yargı sistemindeki hak ihlallerine karşı çıkıyor, siyasi tutsaklar için para toplayan ve özgürlüklerine kavuşmaları için çalışan Kızıl Yardım gibi örgütleri destekliyordu. Mühsam, Bavyera Sovyeti’nin en sevilen isimlerinden biriydi, hapisten çıktıktan sonra işçi ve askerlerin, adını haykırarak onu omuzlarında taşıdıkları anlatılır.
Nazilerin iktidarı ele geçirmelerinden sonra Mühsam yakalandı ve Oranienburg toplama kampına gönderildi. Aslında buradan kaçabilirdi: Dostları kendisine Almanya’dan çıkabilmesi için bir bilet ulaştırmıştı, fakat anlaşılan Mühsam bileti, Nazilerin peşine düştüğü, beş kuruşsuz ve gidecek yeri olmayan bir gence vermişti. Oranienburg kampında birlikte kaldığı insanlar, bu olaydan sonra Mühsam’a yapılan korkunç işkenceleri anlatırlar.
Ernst Toller (1893-1939)
Ernst Toller, kapıldığı “duygusal hezeyan” sonucunda Birinci Dünya Savaşı’nda orduya yazıldı. 1916’da, geçirdiği sinir krizinin ardından muafiyetini aldıktan sonra savaş karşıtı ve sosyalist oldu. Münih ve Heidelberg üniversitelerinde okurken Max Weber gibi seçkin akademisyenlerle tanıştı; 1917’de otobiyografik oyunu Dönüşüm’ü yazdı. Oyunda rüya sekansları, soyut figürler ve buna benzer ekspresyonist teknikler kullanmıştı; ana karakter, kendisini daha önceki ideolojik önyargılarından kurtaran ve sonunda ütopyacı bir devrim tasavvurunda kurtuluşu bulmasını sağlayan bir dizi değişimden geçiyordu.
Toller de Eisner gibi, 1916’da savaş yanlısı tavrından ötürü SPD’den ayrılan USPD’nin üyesiydi. Münih’te zayıf bir örgütlenmesi olan USPD, konsey hareketinin safına geçmişti; Toller kısa zamanda Bavyera Sovyeti’nin öncü isimlerinden biri oldu.
Çağdaş Alman oyun yazarı Tankred Dorst, 1968’de kaleme aldığı Toller adlı oyununda, Toller’in 1919’daki olayları eserlerinde tasvir ettiği ekspresyonist kıyamet çerçevesinde yorumladığını öne sürer. Bu iddianın doğru olup olmaması bir tarafa, Toller’in öncelikler konusunda hayli pervasız olduğu anlaşılıyor. Bavyera’da müttefiklerin ablukasından sonra yaşanan gıda kıtlığı sırasında sovyete hitaben yaptığı ilk konuşma, mimarlık, resim ve tiyatroda insanlığın kendini daha mükemmel ifade edeceği yeni formlarla ilgiliydi. İdari hizmetler çökmüş, devrimci askerlerin organizasyonu darmadağın olmuştu; nitekim Max Weber, yarı şefkat yarı alaycılıkla, “Tanrı’nın bütün öfkesiyle Toller’i siyasetçiye dönüştürdüğünü” söyleyecekti.
Bavyera Sovyeti’nin dağılmasından sonra Toller yakalandı ve beş yıl hapis yattı. Sığlığın Kitabı (1923) adlı şiir derlemesini hapiste yazdı. Yaratıcı bir ekspresyonist üslup kullanmasına ve Die Weltbühne gibi prestijli dergilerde eserlerini yayınlamasına rağmen kendini her zaman “halk şairi” olarak gördü. Yaşasın! Hayattayız! (1927) adlı oyunu, Weimar Cumhuriyeti’nin altındaki maddiyatçı ve şovenist yüzü teşhir eden en keskin eleştirilerden biriydi. Mühsam gibi Toller de, Nazilerin oluşturduğu tehdidi ve Nazileri diğer reaksiyoner güçlerden ayıran özelliklerini çok erken bir zamanda fark eden ender aydınlardandı.
Hitler iktidara geldiğinde Toller Almanya’dan kaçtı. Önce İsviçre ve Fransa’ya, ardından İngiltere ve sonunda ABD’ye gitti. 1939’da New York’ta intihar etti.
-e-skop.com’dan alına bu yazı Derya Yılmaz tarafından çevilmiştir.