Şu sıralar herkes Afganistan’dan Türkiye’ye yönelen mültecileri konuşuyor.
ABD’nin ve müttefiklerinin Afganistan’dan çekilmesinden sonra Taliban’ın devleti ele geçirmesinden korkan Afganlılar göç ediyor.
İnsanlar kaygılı. Suriyeli Arap göçünden sonra Afgan göçü sıradan insanda önce kaygı, sonra tepki, ardından ırkçı saldırganlığa dönüşüyor. Aslında kendisi de “göçmen” olan, hatta şimdi yaşadığı toprakların kadim halklarının yok edilmesiyle boşalan yerlerde yaşayan Anadolu insanı sonradan gelene tepkili.
Bu tepkilerin çok sayıda nedeni var. Bunları aydınlatmayı sosyologlara, sosyal psikologlara bırakalım.
Mülteci sorununa yaklaşım nasıl olmalı?
Bu soruya yanıt vermek için Türkiye’nin “mülteci meselesi” ile Avrupa’nın “mülteci meselesi” arasındaki farkı görmek gerekir. Avrupa’da demokrasi güçleri açısından mülteci meselesi, ırkçılıkla mücadele meselesidir.
Türkiye’de de mülteci meselesinin bir yönü Batı’dan farklı değildir. Suriyeli, Afganistanlı, Afrikalı mültecilere karşı toplumda tehlikeli ırkçı kışkırtmalara karşı mücadele demokratik güçlerin görevidir. Kürdistanlı halka karşı ülkenin batısında gerçekleşen ırkçı saldırılar, cinayetler, giderek “mültecilere” karşı zorbalığa da dönüşmekte.
İşin bir yanı bu. Ancak başka yanları da var:Erdoğan rejimi Türkiye’nin sınırlarını bilinçli olarak Suriyeli Sünni Araplara, cihatçı örgütlere katılan Çeçenlere, Uygurlara vs. açtı. Şimdi de Afganistan’dan gelenler hiçbir engelle karşılaşmadan sınırları aşıyor.
Şuna dikkat çekmek istiyorum: ABD hem Suriye’de hem de Afganistan’da daha sonra radikal İslam’a dönüşen “zayıf” örgütleri destekledi. Bunlara para ve silah verdi. Suriye’de bu unsurları Esad rejimine karşı kullandı. Afganistan’da ise 80’li yıllarda Sovyetler Birliği’ne karşı Taliban’a destek verdi.
Ne var ki ABD’nin her iki deneyi tersine döndü. Yardım ettiği unsurlar bir süre sonra Amerikan çıkarlarına karşı harekete geçti. Dünyayı tehdit eden örgütler ortaya çıktı.
Türk devleti Amerikan tecrübesinin iflasından ders çıkarmışa benziyor. Erdoğan rejimi bu gibi unsurlara “dışarıdan” destek vermek yerine “mülteci” kitlesinin içinde kendisine tam bağlı silahlı güçler yaratma yolunu seçmiştir. 5 milyonluk Suriyeli kitlesinin içinden kendisine doğrudan bağlı cihatçı güçler örgütlemiş, bunları Libya’da olduğu gibi, Başûr Kürdistan’da PKK’ye karşı kullanmış, Azerbaycan’da Ermenistan’a karşı bu unsurları savaşa sürmüştür. Suriyeli Sünni Arapları Türkiye’de mülteci yapıp, sonra onların içinden cihatçı bir ordu örgütleme işi 2010’da başlamış bir süreçtir. Şimdi aynı süreç bir zamandan beri Afganistan mültecileri arasında da başlamış olmalıdır. Rejim ABD’yle birlikte Afganistan’da “güvenilir” bir gücü Türk ya da Osmanlı tarzında örgütlemeye yönelmiştir.
Neden Osmanlı tarzında? Çünkü Osmanlı ordusunun en önemli kesimini Türklerden askere aldıklarıyla değil, Hıristiyan çocuklarıyla meydana getirmiştir. Yeniçeri bir devşirme ordusuydu.
Şimdi de Arap’ı ve Afgan’ı “önce mülteci” yaparak “esir” alıyor, sonra bunların arasından “cihatçı bir ordu” yaratıyor. Bir tür “lejyoner”den söz ediyorum. Bu orduya alınan mültecilerin yoğun bir Türkleştirme eğitiminden geçirildiği ve aynı zamanda Türk ordu elemanlarının ve MİT mensuplarının mutlak denetimine alındığını, maaşa bağlandıklarını düşünürsek, bunların zamanla “özerkleşme, bağımsızlaşma” ihtimalinin ne kadar zayıf olduğunu anlarız.
Ezcümle Erdoğan rejimi mülteci kitlesini yalnızca “ucuz işgücü” olarak ya da Avrupa devletlerini tehdit etmek için kullanmıyor, aynı zamanda “uluslararası hukuku çiğnemek” amacıyla mülteci kitlelerinin içinden “modern Yeniçeri” orduları örgütlüyor.
Ve bilelim ki, yarın, rejimin iktidarı kaybetme anında bu “modern Yeniçeri” yalnız Kürt halkının değil, Türk halkının da üzerine yürüyecektir.
15 Temmuz günü Boğaz Köprüsü’nde Harbiyeli kafası kesen birkaçının dehşet verici resimlerini görmüştünüz. Bu resimlere tekrar bakın…