Modern Türkiye tarihinin bir parçası haline gelen anti-demokratik uygulamaları halklar olarak çok zaman deneyimledik ama son yıllarda yaşanan ölçüsüz otokratik uygulamalar kadar kötü bir dönemi daha önce hiç yaşamadık demek abartı olmasa gerek. Cumhuriyetin ilk yıllarının halk kırımları ve on yıl aralıklarla yaşanan üç askeri darbeyi saymazsak son on yılda yaşanan hak ihlallerini Cumhuriyet tarihinin en anti-demokratik zaman dilimi olarak tanımlayabiliriz. Dahası, son on yılda yaşananlar, Cumhuriyet tarihinin hızlandırılmış katmerli bir panoraması gibidir. Hızlandırılmış 20’ler, hızlandırılmış 60’lar ve hızlandırılmış 90’lar…
Özellikle 2016 yılından itibaren başlayan kayyım uygulamaları ve ona bağlı olarak gelişen anti-demokratik süreç, demokratik bütün alanlara müdahale etmenin yolunu açtı. Kürt siyasi hareketini legal siyaset alanından uzaklaştırıp diskrimine etmek adına belediyelere el konulmasının yanı sıra birçok özel müesseseye, kurum ve kuruluşa, enstitü, vakıf ve üniversiteye de el konulduğunu görüyoruz.
Son olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyım, mevcut hükümetin kendi rejimini kurumsallaştırma adına neler yapabileceğini gözler önüne sermiştir. Hem Boğaziçi Üniversitesi özgünlüğünde hem de daha önce uygulamaya konulan kayyım politikasına karşı ortaya konulan demokratik tepkiler ve protesto hakkı çok sert bir şekilde bastırıldı. Olası demokratik dinamikleri bastırmak ve toplumsal özgürlükler alanlarını kendi sistem sınırları içine hapsetmek için çok katı otoriter aparatlara başvurulmaktalar. İşlevsel hale getirdikleri bu yönetsel mekanizma geniş anlamıyla toplum ve bireyleri mutlak bir kontrole tabi tutmayı amaçlayan diktatörlük anlayışının başka bir veçhesidir. Her ne kadar siyasal bilimlerin kuram dünyasında spesifik olarak tanımlanan ve kategorileştirilmiş biçimiyle tipik bir totalitarizm terimiyle sınıflandırılmasa da başvurulan metotlar totaliter rejimlerin temel saiklerine dayanmaktadır.
Totalitarizm kavramını çeşitli biçimleriyle ele alarak normsuz bir sosyal kurgu olarak tanımlayabiliriz. Her ne kadar sosyal bilimlerde tartışmasız bir totalitarizm teorisi olmasa da, Arendt başta olmak üzere müessir birçok 20. Yüzyıl düşünürü çağımıza benzeyen kendi dönemlerinin siyasi ve toplumsal gelişmelerini totaliterlik olarak tanımlamışlardır. 20. Yüzyıl’ın totaliter sistemleri geçmişin klasik otokrasilerinden, despotizmlerinden ve günümüzün demokratik sistemlerinden farklı mekanizmalara sahiptiler. O nedenle hem 20. Yüzyıl Avrupa totalitarizmi hem de Türk tipi başkanlık rejimi olarak tabir edilen söz konusu aygıt kendine özgü bir kurallar silsilesini (sui generis) temsil eder. Kendine özgü bu yeni yönetim aygıtı fıtratı gereği ne tam olarak temel hakları ne de kuvvetler ayrılığını bütünen ortadan kaldırır. Hatta kendi yönetim sistemini meşrulaştırmak için görece demokratik seçimlere bile gider. Bağlamın bu noktasından hareketle, sosyal bilimlerin kuram merceğiyle bakarken bile bu tür faşizoid ara rejimler için kesin bir kavramsal klasifikasyonun mümkün olmadığını varsayabiliriz. Ancak, totalitarizm teorisyenlerinin çoğunun olgusal verilerle ortaya koyduğu gibi Nazi Almanya’sında karşımıza çıktığı biçimiyle bu tür rejimlerin nihai sonları mutlak totaliterleşme ve katı faşizmdir.
Faşizmin kurumsallaşması bir yanıyla uluslararası dengelere bağlıyken diğer yanıyla da içerdeki toplumsal dinamiklerin demokratik konumlanışlarına bağlı olduğunu dünya deneyimleri bize göstermiştir. Lakin, totaliter yönetim sistemlerin de klasik despotluklarda olduğu gibi, ideolojik yoğunlukları içerik ve bağlam açısından zaman zaman farklılıklar gösterebilir ama toplumsal ve kamusal bütün alanları etkileyen katıksız bir baskılama düsturu en temel ortak özellikleridir. Nihayetinde sistem, ajitasyon ve propaganda yoluyla nihai “kutsal vatanı” yaratmak için akla gelebilecek bütün mitsel söylenceleri kullanarak toplumu mobilize eder. Mukaddesleştirilmiş bir davanın seçilmiş neferi olarak hayata geçirmeye çalıştıkları homojenleşme kapsamına girmeyen herkesin kafasını koparma konusunda asla tereddüt etmez. Onun için ideolojinin bütün aygıtlarını amaçlarına uygun olarak seferber eder ve bütün toplumsal koşulları radikal şekilde zapturapt altına alır. Dolayısıyla toplumun ortak paydası, tarihi, mevcudiyeti ve geleceğini kapsayan devletin bütün kurumlarını kendi yönetim aygıtı için yeniden reorganize eder.
Erdoğan’ın başkanlık ettiği devlet normunun bize tanıdık gelen sosyal kurgunun dışında yeni bir mefhum olduğunu demokratik mekanizmaları sekteye uğratan anti-demokratik hamleleriyle daha net bir şekilde görüyoruz. Dolayısıyla 20. Yüzyıl Orta Avrupa faşizmi ve totaliter rejimlerin dolaşıma soktuğu ideolojinin çok benzer bir ikiziyle karşı karşıya kaldığımızı özellikle Erdoğan’ın hayata geçirmek istediği sistemi açığa çıkaran ajitasyon ve propagandanın yanı sıra yapmış olduğu anti-demokratik müdahalelerden daha net görüyoruz. Bu nedenle nasyonal-sosyalistlerin “ırksal olarak homojen (Aryen) ve üstün bir ulusu” yaratma ve hatta onu aşan bin yıllık bir imparatorluğu inşa etme arzuları benzer ideolojinin bir sonucuydu. Aynı ırksal söylenceler üzerinden inşa ettiği siyasi İslam mefhumunu Türklük sözleşmesiyle harmanlayarak mutlak tahakkümü “kutsal dava adına” hayata geçirmeye çabalamaktadır.
Batı’nın totaliter rejimlerinde üretilen mitsel söylenceler her ne kadar ırk ve inanç (francoism) tandanslı olsa da geniş anlamıyla günümüz Türkiye’sinde üretilen düşmanlaşma saikleriyle aynı niteliğe sahipti. Erdoğan ve küçük ortağının meydanlardaki “milli beka” ve “kutsal dava” gibi söylemleri aslında yandaşlar ile diğerlerini ayrıştırma mahiyetini taşımaktadır. O nedenle nihai hedeflerine ulaşmanın önünde duran tüm engelleri kaldırmak için hem içeride hem de dışarıda nihai düşmanlar yaratmışlardır. Düşmanlık resminin en net hali ilk bakışta Kürtler iken etrafında oluşan “sakıncalı” kareleri ise muhalifler, sendikalar, akademi ve diğer demokratik kurumların tamamı oluşturmaktadır.
Nitekim düşsel olarak yaratılan soyut düşmana karşı zorbalık ve terör bütün totaliter sistemlerin ve onları destekleyen yığınların en önemli ortak özellikleridir. Bugün ülkenin tamamına dalga dalga yayılan bu emsalsiz zorbalık ve kayyım terörü totaliter bir sistemin kurumsallaşmasından başka ne olabilir? Onun için kendilerini nasıl ifade ettiklerine değil, nihai hedeflerine, inşa etmeye çalıştıkları sisteme, başvurdukları metotlara, uyguladıkları sistematik zorbalık ve teröre bakmak gerekir. Belki o zaman “modern Türkiye’nin hangi totaliter tarife uygun düştüğünü kavramış oluruz, çünkü bir olguyu kavramadan ona etki etmek de pek mümkün değildir.
***