Kadıköy’de 2013 yılında perdelerini açan Moda Sahnesi’nden yönetmen Kemal Aydoğan’la içi boşaltılan Devlet Tiyatrolarını (DT), Özel Tiyatroları, Tiyatro Kooperatifi Girişimi’ni ve Moda Sahnesi’ni konuştuk.
Neğşirvan Güner
Özel tiyatrolar, ‘özel’ olduğu için sanki ticari yapılarmış ya da hepsi ticari yapıymış gibi görülüp çok para kazanılan yerlermiş gibi algılanmasının yanlış olduğunu söyleyen Aydoğan, “Tüm özel tiyatrolar aslında ekonomiyle sınanıyor” diyor.
“Türkiye’de hayalimizdekileri gerçekleştirmemize imkan tanıyacak binalar bile yok” diyen Aydoğan, “Önce mekana ihtiyacımız var, buna DT salonları da dâhil, donanımı yüksek salonlar neredeyse Türkiye’de yok” diye belirtiyor.
Özel tiyatroların sayısı artarken, “Ticari özel tiyatrolar ve kamusal anlayışla tiyatro yapan özel tiyatrolar olarak iki tipte özel tiyatro var” diyerek özel tiyatrolar arasında ayrım yapan Aydoğan, “Ünlülerle dolu 1000 kişilik salonlarda ünlü seyrettiren, tiyatroyu bunun üzerinden yapan ve para kazanma merkezli, biletlerini 100, 150 liraya satan tiyatrolar ve kamusal, alternatif, dünyanın dertlerini anlamaya ve ona ‘çözüm’ aramaya çalışan, dilini dert edinilip yeni tiyatro anlayışlarına doğru gitmeye çalışan bağımsız tiyatrolar. Bunu iyi ayırmamız gerekiyor” diye belirtiyor.
Nitelikli eğitimin alt yapısının kurulması gerektiğine işaret ederek, “Türkiye’de yönetmen okulu yok” diyen Aydoğan, “Niteliğin yükselmesi seyirci dâhil hepimizin düzeyini yükseltecektir” diye ekliyor.
DT’nin durumu ortada, son zamanlarda ise özel tiyatrolar çoğalınca, özel tiyatrolar çok para kazanıyorlar, bu işte çok para var herhalde diye düşünmeye başladı. Diğer taraftansa işin görünmeyen kısmı var. Ekonomik krizin tiyatroya yansıması nasıl oldu?
Tüm özel tiyatrolar ekonomiyle sınanıyor aslında, dediğin gibi özel tiyatrolar, “özel” olduğu için sanki ticari yapılarmış gibi ya da hepsi ticari yapıymış gibi görülüp çok para kazanılan yerlermiş sanılıyor. Oysa bu tiyatroları ikiye ayırmak gerekiyor, birincisi ödenekli tiyatrolar; Devlet ve Şehir tiyatroları gibi. Bunların bütçe ve yapıları devlet tarafından belirleniyor, hem mekânları hem de teknik ve sanatçı personelleri var. Ve bunlar bir seyircinin onlara maliyetinin çok daha altında bilet satabiliyorlar. 1 seyirci devlet ve şehir tiyatrolarında 170,180 liraya mal olurken (geçen sene 170 liraydı şimdi daha da artmıştır), 15 liraya bilet satıyorlar. Bu inanılmaz bir imkân tabii ki. Ama hiçbir özel tiyatro bu şekilde desteklenmiyor. Şöyle söyleyeyim, 200 milyon liraya yakın bütçesi ve 54 tane de sahnesi vardı DT’nin 2012-2013 yılında, yani sahne başına 4 milyon liraya yakın bütçe ayrılmış. Oysa aynı yıl 100 tane özel tiyatroya (tüm özel tiyatroların içinden seçilmiş 100 özel tiyatroya) Kültür Bakanlığı toplam 3 milyon lira destek vermişti. Bu da demek oluyor ki her özel tiyatroya düşen pay 30 bin lira. Bir tarafta tiyatro başı 4 milyon lira diğer tarafta tiyatro başı 30 bin lira. Şimdi tiyatroyu hangisi yapıyor diye soruyorum. Bence problem burada yatıyor. Türkiye’deki özel tiyatroların çokluğuna bakınca, tiyatro faaliyetinin dinamizmini özel tiyatroların taşıdığını söyleyebiliriz.
Özel tiyatrolar çoğalırken, DT’nin de içi boşaltıldı. Bu noktada insanlar nitelikli tiyatroya nasıl ulaşacak?
Peşinden gidilmesi gereken soru bu, nitelikli tiyatro nasıl yapılır? Kriterler ve de ilkeler belirlemeye başlayacağız. Nitelikli tiyatro dediğimizde, tiyatro için nitelikli binalar oluşturacağız, teknik altyapısı güçlü olan, hayalimizdekileri gerçekleştirmemize imkân tanıyacak binalar. Önce mekâna ihtiyacımız var kısaca. Buna DT salonları dâhil, donanımı yüksek salonlar neredeyse Türkiye’de yok. Mesela sahnesi hareket eden çok az tiyatro var, teknik altyapı olarak çok az sahne yeterli donanıma sahip. Sahnelerin alt yapısını, teknik alt yapısını güçlendirmek gerekiyor. Oyuncunun, yönetmenin, tasarımcının, dramaturgun, teknisyenin vb. niteliğini güçlendirmek gerekiyor. Bu eğitim sisteminin yeni baştan gözden geçirilmesi, nitelikli eğitimin alt yapısının kurulmasını gerektiriyor. Türkiye’de yönetmen okulu yok mesela. Yani yönetmen “Allah’a” kalmış durumda. Sahne teknisyeni yetiştiren bir tane meslek lisesi var bildiğim kadarıyla. Bu sayı yeterli mi sizce? Kabaca söylersek Türkiye’de tiyatro pratiği çok cılız bir yapıya sahip. Niteliğin yükselmesi seyirci dâhil hepimizin düzeyini yükseltecektir. Bunu kurmanın yolluna bir an önce koyulmak gerekir. Popülist tiyatro yapma isteğinin ödenekli yapılar ve tiyatro okullarınca bir an önce terk edilmesi gerekir. Hayatta kalma, günü kurtarma anlayışından dolayı bu tür entelektüel çaba gerektiren problemlere vakit ayıramıyoruz. Belki de entelektüel alt yapımız yoktur. Bunu bile bilmiyoruz.
Baştaki soruya dönecek olursak, en azından şu ayrımı çok net yapabiliriz, ticari özel tiyatrolar ve kamusal anlayışla tiyatro yapan özel tiyatrolar olarak iki tipte özel tiyatro var. Birilerinin repertuarında bizimki gibi William Shakespeare vardır ya da Koffi Kwahule gibi alternatif tiyatro diline sahip yazarlar vardır, diğerinde ise ünlülerle dolu 1000 kişilik salonlarda ünlü seyrettiren, tiyatroyu bunun üzerinden yapan ve para kazanma merkezli, biletlerini 100, 150 liraya satan tiyatrolar vardır. Bunun da ayırmamız gerekiyor çünkü ticari tiyatro yüksek bir seyirci potansiyeline sahip olduğu için sınırları zorlamaz, seyirci ortalamasının sınırları içinde davranır. Geriye kalıyor kamusal, alternatif, dünyanın dertlerini anlamaya ve ona “çözüm” aramaya çalışan, dilini dert edinilip yeni tiyatro anlayışlarına doğru gitmeye çalışan bağımsız ekipler. Bunlar ise nerdeyse ekonomiyle tutsak edilmiş durumdalar, hayata kalma ile sınanıyor bu tiyatrolar. Sanatın sınanacağı bir alan değil. İdeal olandan hareketle söylüyorum kamusal ekonomik kaynakları kullanıyorsan kaynağa hakkını vermek için düşünsel ve sanatsal beğeniyi yükseltmek adına çalışacaksın. Bugünkü devlet bunu istemiyor, dogmatik, tek taraflı bakan bir insan tipi yaratmanın peşinde, sanatında bunu uygulamak istiyor, kendine uygun insan yetiştirmeye çalıyor.
Geçtiğimiz aylarda Moda Sahnesi’nin de içinde olduğu 13 özel tiyatro bir araya gelerek ‘Tiyatro Kooperatifi Girişi’ kuruldu. Neden bir kooperatif kurma ihtiyacı hissetiniz?
Kooperatif, tiyatronun kimi problemlerini çözmeye aday. Mesela tiyatronun vergi problemi var diyelim, ticari tiyatrolardan bahsetmiyorum, kamusal zihniyetle çalışan tiyatrolar devlet tarafından şöyle bir vergilendirilme sistemine tabii. Kesilen biletin yüzde 30unu vergi olarak alıyor. Geçen yıl 100 tane tiyatroya 5 milyon lira vermişti yani tiyatro başı 50 lira. Ancak 300 tane özel tiyatro var ama sadece 100 tanesi alabiliyor yardımı, devletin para vermek için kriterleri var ama yardım alandan da alamayandan da vergi kesiliyor. Kooperatif ise ilk olarak bir kamuoyu oluşturup, vergi uygulamasının anlamsız ve yanlış olduğunu göstermek istiyor. Bu tür teknik ya da ekonomik problemlerinin halledilmesinde yollar önermek bunun için örgütlenmeler kurmak, 3. şahıslarla sivil toplum kuruluşlarıyla, partilerle vs. diyalog kurmak amaçlanıyor. Şu ana kadar tek tek gidiyorduk, topluca sesimizi duyurabileceğimiz bir yerde durmuyorduk. Amacımız sadece İstanbul’la da sınırlı kalmayacak bir örgütlülük sağlamak. Son 2, 3 yıldır, örgütlenmek gerektiği, problemleri örgütlenme ile çözmek gerektiğine dair yoğun bir fikir birliği ve bunun da pratiğe geçmesi var. Bence bu çok kıymetli bir şey. Tiyatrolar arasında bir ortaklık kurma alanı, zemini.
Birazda Moda Sahnesi’nden konuşalım. Neler var bu sezon sahnenizde?
Yazar, yönetmen ve oyuncu, Lübnanlı Wajdi Mouawad’ın “Kıyı” adında metninin oyununu yaptık. 9 yaşındayken Lübnan İç Savaşı çıkıyor ve ailesi Fransa’ya sonra da Kanada’ya göç ediyor. Batıya göç etmiş, kökleri doğuda olan insanların köklerini ararken aslında karşılaştığı kendisini, farklı benlikleri ve özgürleşme yolculuğunu, kendini bulma yolculuğunu anlatıyor. Çok kıymetli bir oyun, seyirci beğendi. İkinci olarak, Bedirhan Dehmen’in yönettiği “Maraton” adında bir dans tiyatrosu var. İlke Kodal, Tolga İskit ve Yılmaz Sütçü oynuyorlar. O da ekonomik krizlerin, kriz zamanlarında, ekonomik krizi kullanmaya kalkan egemeninin insanların hayata kalma dürtüsünü nasıl kullandığını anlatan bir oyun. Dans, müzik, oyunculuk, tiyatro içi içe geçen bir anlatım oldu. Bir de yeni bir çocuk oyunu yaptık, “Anlaştık mı?” adında ve “Çocuklar İçin Dans Tiyatrosu” alt başlığıyla. Yazı Köz, Ertürk Erkek, Emirhan Arapoğlu oynuyor. Sırada, Ocak sonu, Şubat başı oynanmaya başlayacak olan Koffi Kwahule’nin bir oyunu var. Çevreyi, yaşadığımız dünyayı ranta çeviren algıyı gösteren bir oyun. İnsanın doğayı nasıl tahrip ettiğini, çıkarları için ve nasıl ikiyüzlüce bir dünya kurduğuna dair enteresan bir oyun. Yeni olan bu oyunlar dışında geçen yıldan toplam 9 oyunumuz devam ediyor.
Geçen yıllara oranla oyunlarınızda müzikal bir yoğunluk var…
Dans ve müzik ağırlıklı bir sezon oldu. Sınırlı bir seyircisi potansiyeli olmasına karşın sanatsal olarak güçlü bir ifade olanağına sahip dans tiyatrosu alanında üretim vermek isteğimiz ve kararımız da bunu etkiledi. Bu alanın güçlenmesini, kuvvetli bir tiyatro ve sanat algısı yatan dans tiyatrosunun güçlenmesini hem tiyatro sanatı hem de seyirci açısından önemsiyoruz.
Konvansiyonel tiyatroya alternatif olan deneysel tiyatronun Türkiye’deki durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Geçmişte biraz daha yoğun olsa da şimdi de deneysel tiyatro yapanlar var. Şimdi de bazı formları deneyen tiyatrolar var ama çok ağırlıkta değiller tabii ki. Aslında deneysel Tiyatro Araştırmaları Laboratuvarı (TAL) vardı, Bilsak Tiyatro Atölyesi vardı, Kumpanya vardı benim hemen aklıma gelenler. Şehir Tiyatrosu’nda, kapattılar. Konvansiyonel olanın hâkimiyeti bir süre sonra her şeyi belirler hale geliyor, bir süre sonra sabitlenmiş, biraz çürümeye başlamış bir dil gelişiyor ve o artık kendi kanaatini üretiyor aslında. Seyircinin sevdiği, alıştığı şeyler yapılıyor. Hareket ve hareketlilik sevilmez oluyor. Aslında deneysel tiyatro bunlara alternatif olarak ortaya çıkıyor. Deneysel tiyatro durağan olanı hareketlendiriyor, suyu bulandırıyor, tazelikler de geliyor, deneysel tiyatronun alanından çıkan formlarla. Deneysel tiyatro kuvvetli değilse konvansiyonel olanın daha güçlü, daha sabit, biraz daha eskimiş ve çürümüş, çürümeye yüz tutan, hareketsiz bir tiyatro olma ihtimali yükseliyor. Tiyatrolar ekonominin derdine düşünce deneysel tiyatro yapmak biraz zorlaşıyor çünkü ne olursa olsun asgari düzeyde bir geçim derdi gibi belayı savuşturmak istiyor insan. Tamam, yani hanlarımız hamamlarımız olmasın ama karnımız da doysun, kiramızı da verelim diye düşünüyor insan. Bu kadarını da gerçekleştiremeyince deneysel yapmak da zorlaşıyor çünkü deneysel yapmak aynı zamanda bir tür politikada sanatsal bir militanlıkla mümkün; bir şeyi canın istemeyecek, bir şeye kuvvetli bir itirazın olacak, bu böyle değil deyip çekeceksin hayalden yapılma kılıcını sallayacaksın sağa sola. Bu ifade, bu toplum böyle olmaz, böyle düşünce mi olur diyeceksin. Faşizmle, ırkçılıkla kavga edeceksin, onların oluşturdukları formlarla, piyasa ve piyasacılıkla kavga edeceksin, piyasanın yılanıyla kavga edeceksin. Bunu da az tiyatro yapıyor çünkü hayatta kalma derdi herkesin başının belası. Küçük alternatifler deneniyor, bu ortalamanın aklından nasıl çıkarız bu ortalamayı nasıl hareketlendiririz diye düşünenler var. Hem görece para kazanıp hem de bu tür ilkeleri nasıl uygularız diye düşünenler var tabii. Ama bu çok kuvvetli bir akım değil, gerçi dünyada da kuvvetli değil. Mayıs 68’de kuvvetliydi çünkü Mayıs 68’in kendisi de kuvvetliydi. Toplumsal süreçten ayrı düşünemeyiz bunu. Mesela Gezi’yle birlikte tiyatroda bir yükselme var gibi geldi bana, çünkü o toplumsal hareketlilik aynı zamanda burada da yankılarını buluyor. Bence Antonin Artaud’un dediği gibi “Sonuçta o bir top mermisinin işi, tiyatronun yapacağı iş değil toplumsal değişimler”. Dolayısıyla tiyatro ve sanat toplumsal bir değişimin potansiyellerini önceleyebilir, bunu kavrayabilir, hissedebilir, sezebilir ama değişimin kendisini mümkün değil beceremez. Dolayısıyla dışarıdaki var olan toplumsal hareketliliğin çarkına giriyor olması lazım, o zaman buradaki hareketler de büyüyüp zenginleşebilir.
Son dönemlerde kimi sanatçılar eskiye oranla daha özgür olduklarını ve sanat izleyicisinin de bu özgürlük ortamından faydalandığını dillendiriyorlar. Siz bu konu üzerine ne düşünüyorsunuz?
Son üç dört aydır geçmişte bir şekilde ünlü olmuş bir takım insanlar çıkıp da her şey iyi gidiyor, normal, düzgün falan diyorlar. En düzgün hali neyse o zaman bile düzgün olmayan bir şey de vardır mutlaka. Sanatın derdi itirazdır, daha iyi bir toplum olabilme imkânı vardır, oraya doğru gitme eylemidir sanat ve sanatın itirazı. Toplumdaki kısıtlılıkları, özgürleşme ve eşitlik problemlerini görür sanat ve sanatçı. Ve sanat bunları aşma iddiasıdır. Eşitlik tesis etme derdidir. Sen, egemenin düşüncesinin onaylanması için cümle kuruyorsan o seni ele geçirmiştir, problem artık sanatçının egemen tarafından ele geçirilişidir. Sanatçı birinin düdüğünü çalıyorsa, tutsaktır o artık. Bu durumda özgürlükten bahsedemeyiz. Dolayısıyla popüler figürlerin kalkıp bir takım toplumsal tespit cümleleri kuruyor olmalarına değil itibar etmek onların yanından bile geçmiyorum. Şimdi sosyal medyanın yaygınlığı bir takım cümlelerin dolaşımda olmasını kolaylaştırıyor, insanlar bunlar üzerine çokça konuşuyor yoksa Orhan Gencebay’ın sanat adına cümle kurmasını gerektirecek bir geçmişi bile yok. Yani, Orhan Gencebay, bir arabesk şarkıcısı. İçine doğduğum toplumsal ortamdan dolayı ben de severdim kendisini. Tümüyle sosyolojik durum. Fakat onun arabesk olmasını değiştirmiyor bu durum. Hatta ben devlet olsam insanları arabesk müziğe sevk ederdim. Bunu ürettirirdim. Kökeninde daha masum hatta direnişe dair bir takım sebeplerle çıkmış da olsa artık devletin eline geçmiş bir uyuşturma ve uyumlandırma silahıdır arabesk bana göre. Ahmet Kaya’dan Orhan Gencebay’a kadar hem de. Daha iyi bir toplum olacaksak bunların hepsini ayrıştırmamız lazım. Bu beğenileri etraflıca çözümlemek lazım. Ezilenlerin, hor görülenlerin duygularının aktarıcısı deyip meşrulaştıramayız. Türkünün yokluğunda ortaya çıkmış bir form bana göre. Müzikle olan ilişkisi de beğeni düzeyi olarak netameli. Ürettiği keder tartışılamayacak kadar insanları eylemden düşürürken, eylemliliklerine bir takım prangalar vururken, onları sadece kederli hüzünlü, ağlak insanlar yapmışken, bu müziklerin, tavırların arkasında nasıl durulabilir ki! Dolayısıyla Orhan Gencebay’ın yaptığına sanat bile denmez. Sosyolojik hallerdir, buna sosyologlar baksın, insanlar niye arabeske yönelmişler, niye arabesk hâkimiyet sağlamış, dönemin müsait ortamı neymiş, ne elden kaçmış vs. Bence iyi huylu bir kanserdir yani, kanser hücresidir arabesk.