İnsanlık tarihinde yalan söylemeye yabancı olarak bilinen hiçbir kültür yoktur. Yalan evrensel bir fenomendir. İlginç bir şekilde, yalan sadece her yerde hazır değil, neredeyse her zaman ve her yerde kaşlarını çatarak hazır bekler. Oysa yalan bütün kültür ve geleneklerde mekruhtur, günahtır, zararlıdır ve utanç verici bir davranıştır. Dolayısıyla bütün toplumlar ve kültürler yalana karşı hakikati (doğruluk) muhafaza etmeye çalışmışlardır Ama bunu becerip beceremedikleri başka bir hakikattir. Paradoksal olarak, bütün toplumlarda hem hakikatin hem de yalanın toplumsal kabulü göreceli olsa da, sürekli bir doğruluk mevhumu ve hakikate dair söz kurma arzusu söz konusudur. Dolayısıyla, doğru söz kurma sanatının en güçlü yanı sözün hakikate değiyor olmasıdır, der bütün hakikat arayıcıları.
Doğru sözün hakikatle olan bağının sağlamlığı evrenin geniş evine giren bütün inançların da ortak ahlak yasası olarak kabul görür. Onun için de On Emir’den biri de ‘yalan söylemeyeceksin’ yasasıdır. Hakikate değmeyen ve hakikatle sağlam bir bağı olmayan sözün doğruluk derecesi de düşüktür ve hatta yalan olma ihtimali bir hayli yüksektir. Hakikat nasıl bir doğruluk belirleme işaretiyse, yalan da onun karşıtı olan bariz bir yanlışlık işaretidir bütün kültürlerde. Buna göre doğruluk ahlak yasası ve etki kodlarına dayanırken yalan bütün değerler merkezinden yoksundur.
Yalanın mutlak tanımı bile gerçeğin tam tersi değildir, sadece hakikatin içinde bir parazittir onun varlığı. Lakin parazit zamanla hakikatin direncini düşürebilir ve hatta öldürücü bir kuvvete, yıkıcı mikrop türüne evrilebileceğini evrenin tarihi bize yeterince aktarmıştır. Onun için hakikatin her zaman korunaklı bir ortamda olmaya ihtiyacı vardır. Çünkü hakikat her şeyden önce ahlak yasasıdır, etiktir, vicdandır ve evrende var olma mücadelesidir. Zira aşırı ve keskin yalanlar bütün bunların tam karşıtıdır. Her şeyden önce hakikati etkisiz kılar ve zamanla çeperini genişletip başarılı bir öncül haline gelir.
Dolayısıyla böylesi koşulların hasıl olması durumunda gerçeği konuşmanın konvansiyonu tamamıyla yok olur ve yalanın parazitleri hakikatin her yanını sarmalar. Bunu hem birinci hem ikinci hem dünya savaşları hem de bir ardılları olan bugünün savaşlarından, halkların birbirlerini boğazlamalarından bizzat görüyoruz. Bütün bunların oluş koşullarını ve hatta ana eksenini oluşturan ve hakikatin yegane katili olan yalanın muzaffer gelmesiyle birebir bağlantılıdır. Onun için Shakespeare’in Othello’sunda kurgusal bir hakikat düşmanı karakteri olan Lago’yu sahneye koyması yalanın evrensel yıkıcılığıyla alakalı sarih bir hakikat vurgusudur. Shakespeare son derece akılcıl kötülüğün somutlaşmış örneği olan Lago’yu bu nedenle yalanlarını gerçeğin unsurlarıyla gizlemeye çalışan bir hilebaz olarak edebiyat dünyasına sokar mecazi kötülüğüyle. Buradaki mecaz yalnızca söz söyleme veya bağlam kurma çabası değildir, iftiranın en sinsi halini yayma ve hiçbir şeyin insafında olmadan kendini basit gerçekliğe adamış bir figürün yıkıcı varlığıdır. Bu varlığın bir alegorisi olarak ortaya çıkan ve kısa bir sürede yükselişe geçen Nazizm tam da basitleştirilmiş gerçekliğe adanan yalanlar üzerine yükseltmiştir. Çünkü orada kurulan en büyük söz yine en ‘büyük yalan’dı.
Oysa birçok kadim kültürde olduğu gibi bütün inanç ve geleneklerde de yalanın bacakları oldukça kısadır. Bir yandan, Doğu’nun, “hileci efsanelerinin” başında gelen maskeli yalanlar ve aklında bin bir yalancı ruhu taşıyan tanrılar ve herkesi kandıran cinli hikayeler, öte yandan ve en önemlisi, yalanın antik övgüsü ile Platon’u bile zaman zaman “yalan söyleme sanatını” “bilge insanın kabiliyeti” olarak dürüst cahilden üstün kılmak için öven bir Batı kültürü hakikati durur karşımızda. Platon, yöneticilere, halkın yararı için yalan söylemeyi öğütlerken Pagan gelenekçileri yalanın ‘Kutsal Doğru’ya karşı gelmek olduğunu düşünürlerdi.
Buna mukabil kadim kültürlerde meslekleri gereği yalan söyleyen aktörler, hırsızlarla, büyücülerle ve sahtekârlarla birlikte kent duvarlarının dışına gömülürlerdi. Yani yalancının yeri toplumda yoktu bugün olduğu kadar. Öte tarafa bin yıllara hayran kaldığımız Yunan kahramanların birçoğu yalan söyleme konusunda müthiş becerileriyle çıkar karşımıza. Ayrıca Rotterdamlı Erasmus’u ‘gerçeğin sadece aptal için iyi olduğunu’ düşünen biri olduğunu biliyoruz artık. Machiavelli, yalanı prensler için bir kural tekniği olarak övdüğünü de hakeza. Hatta daha sonra Machiavelli’nin görüşleri, saray beyefendilerinin el kitapları ve “Kandırma Sanatı”nın patlama yapmasıyla birlikte yalanın, birdenbire sanat haline geldiği kütüphanelerimizde duran kitaplardan okuyoruz. O tarihten itibaren Pinokyo’nun yalanlarıyla büyük yanılsamaları birbirinden ayıran çizgi giderek inceldi ve büyük yalanlar da beyaz veya pembe yalanların kategorisine girdi. Günümüzde ise sanal gerçekliğin, son zamanların en büyük yalanından başka bir şey olmadığını söylemek için dahi olmaya gerek yok herhalde. 21. yüzyılda yalan, siyasetçi ve yönetilenlerin ortaklaşa inşa ettiği bir müşterek bir olguya dönüştü. Yeni olan, siyasi aktörlerin yalanları değil tabii ki, kitlelerin buna verdiği tepkidir. Siyaset yapma biçimi olarak yalan her zaman özel bir algı yönetimi metodu olarak karşımıza çıkmıştır. Dolayısıyla yakın tarihimizin siyasi aktörlerinin insanlara karşı yalan söylemelerinin, bugünkü demokrasi geleneğinde ahlak ve erdemlerle çelişmediğini görüyoruz. Böylece siyasi yalanın, Rönesans’tan bu yana belirli bir düzeyde rehabilitasyona uğradığını görüyoruz. En azından modern çağda demokratik yönetim sistemlerinin karşı konulamaz bir zaferidir siyasi yalan.
İnsanlığın kendisi kadar eski olan siyasi yalan sorunu bugün daha da büyüyerek devam etmektedir. Bugün dünyanın birçok yerinde siyasi aktörlerin söyledikleri yalanların meşhuruymuş gibi yaymalarının arkasında büyük hakikat boşlukları bulunduğu herkes tarafından bilinmektedir ama mevcut şartlar altında bunu ifşa etme olanağı olmadığını biliyoruz. “Hiç kimse politikadaki hakikatin kötü olduğundan şüphe etmediği gibi gerçeği de siyasi bir erdem olarak saymaz” der Hannah Arendt. Yalan söyleme, artık yalnızca demagogun değil politikacının ve hatta devlet adamının mesleğine de ait bir özellik gibi duruyor. Velakin bu mesleki yalanlar genellikle daha şiddet içeren araçların yerine kullanıldığından, politik eylemin cephaneliğinde zararsız araçlar olarak kabul gördüğüne tanıklık ediyoruz. Başka bir deyişle siyasi yalanlar, geleneksel tarihin başından beri bu mekanizmanın siyasi amaçlara ulaşmanın meşru bir yolu olarak görülmüştür. Dolayısıyla hakikat ve doğruluk, siyasi erdemler arasında sayılan bir değer değildir ve bariz yalan siyaseten her zaman izin verilen bir araç olarak kabul görmüştür, sonuçlar zaman zaman felaketler doğursa da bu böyledir.
Hakikatin önemsizleşmesi (post-truth), toplum görüşlerinin oluşmasında duyguların ve kişisel inançların, hakikatin önüne geçmesidir. Böyle bir ortamda, destekçisi olan kitlenin inançlarına ve önyargılarına uygun olduğu sürece liderin tutarsız savlar ileri sürmesi, yolsuzluk yapması, ekonomide, dış siyasette başarısız olması önemini yitirir. Bunların tümü iç-dış düşmanlar, terör örgütleri, casuslar, ülkenin gelişmesini istemeyen seçkinler gibi, çoğunlukla “icat edilmiş” kesimlere yıkılır. Bütün bu algı manevraların baz aldığı temel dayanak söylenen yalana inanma sanatıdır. Siyasi aktörlerin, demokratik şartlar altında bile, düzenli olarak yalan söylemek zorunda olmaları bir nevi mitomania olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin kendisi yalanı bir ‘norm’ olarak kabul ettiği andan itibaren yalan söyleme düsturu ortaya çıkar ve toplumda da yalan normalleşir.