Bugün onun doğum günü…
Bazı kaynaklar iki gün öncesini gösterse de nüfus kaydına göre: 1927 yılının böyle bir bahar gününde -23 Nisan’da- Diyarbakır-Hançepek’te dünyaya merhaba dedi. Ol hikâyet böyle başladı.
Evet. Usta şair Ahmed Arif’ten söz ediyorum. Kim bilir künyesi çizileli kaç yıldız uçtu… Bazı şiirler zamana dayanıklıdır, yıllar geçse de eskimez, zamanın ruhunda her dem duyumsatır kendini. Ahmed Arif’in şiirleri de bu türdendir.
Aradan yıllar geçse de onun şiiri zulasında sevdasıyla volta atmaktadır hâlâ namus bildiği yolda…
***
Bir kuş tüyü hafifliğinde, ölümsüz bir şiir deryası… Kırmızı, ak ve esmer… ‘Memeleri bereketli ve serin’… Nazlı filintası şiirimizin… Söz’de töz, yürekte köz olan mısranın haysiyeti. Bir başına, korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş… İlan-ı aşk makamında… Su içmez her damardan. Alışık zehrine çaresiz kalmaların. Yine de pamuktan ak, köpükten yumuşak… Su gibi aydınlık ve berrak. Pırıl pırıl… Sebil…
Bir bilge sabrıdır. Yoksa akıl işi değil, acının dediği dedik yerde, orada Sansaryan Han’larında dost, düşman ve dağları yerli yerine koymak. Sevda vurgunu, zindan karasında ebemkuşağı olur gözbağı… Al-yeşil bahar olur, bir aşiret kızının sarı saçları… Düşer aklına, eşkini hovarda, kıvrak seklavi kısrak… Kan değil, sevdası akar geceye… Can içinde bir can olur Kürd’ün gelini.
***
Beyin ve yürek bir olmuştur. En acılı, en hüzünlü ama en umutludur. ‘Onur’ bu duyarlığın nirengisidir. Onu, mahpushane karanlığında aydınlatan bir çift göz vardır. Zaman zaman yangın mavisine çalsa da asıl rengi yeşildir… Çünkü yeşil sevgilinin gözlerine, güzel bir dünyaya duyulan özlem ve barışa bir göndermedir:
“Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
Susmuş bütün namlular.
Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl,
Uykular derin,
Yılan su getirir yavru serçeye,
Kısır kadın, maviş bir kız doğurmuş,
Memeleri bereketli ve serin,
Sağıyor yeşil.”
***
Ahmed Arif şiirindeki özne, bildik anlamda savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne değil, daha çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve özgürlükleri kısıtlanmış bir mazlumdur. Ama bu özne teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan ve direnen bir kişiliktir…
Cemal Süreya’nın deyişiyle Ahmed Arif’in şiiri ‘Yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir.’
Ahmed Arif destansıdır, epiktir. Bazen kırılgan olsa da söylem çoklukla dobra dobradır. En koyu karanlığında bile umut eksik değildir.
Hemen her şairin ilk şiirleri sonraki şiirleri yanında biraz boynu bükük kalır. Ancak Ahmed Arif şiirinde böylesi bir acemilik ya da hamlık görülmez. Erken olgunlaşmış daha doğrusu aceleye getirmeden bir kuyumcu işçiliğiyle işlenmiş, bekletilmiş, demlenmiş bir şiirdir.
Lirizmin doruğundadır, tek bir dize bile kekelemeden, anlatım sıkıntısı çekmeden. Bilinçlidir… Yaralıdır ve yarası derindedir ama hesap ve umut dağlarladır:
“…Ve sen daha demincek,
Yıllar da geçse demincek,
Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla…”
***
Bir sevdadır onun için yaşamak. Bütün korkulardan uzak, zindanda olsa bile asla yalnız kalmamak.
İster hapishane desin, ister mahpushane, ister zindan, içeri ya da dört duvar… Ahmed Arif’te mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hallerini kapsayan bir imgedir. Ondaki ‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı değildir. Şiirindeki eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir.
Söylem, kimi zaman hüzünlü ve kırılgan olsa da dobra dobra, delikanlı bir söylemdir ve her bir durumun bir raconu vardır… İçerisi ve dışarısı, düş ve gerçek, kavga ve sevda iç içe girmiştir…
Bir karanfil naifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara dumanındadır… Reel olduğu kadar düşseldir de…
Mahpusluk dört duvarla sınırlı bir hal değildir. Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir. Şair uzun yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir… Bazen Altındağ’da bazen Diyarbekir’dedir… Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır. Dört yön, on altı rüzgâr, yedi iklim, beş kıtadır:
‘Şafakları ben balığa çıkarım
Akan akmayan sularda
Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden
Bir bahar akşamı dünyada.
Ben dört duvar arasında değilim
Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de…’
***
Bu izlek ve duyarlık hemen her şiirine girmiş durumdadır. Mahpushane onun için ‘Makamı Yusuf’tur… Bu makam tıpkı Hz. Yusuf’ta olduğu gibi bir medrese, bir okul gibidir… Nefsin terbiye edildiği bir mekândır. Kendini imaja aldığı; kendini sınadığı, tarttığı, yüzleştiği ve hesaplaştığı yerdir. Bu yüzden aşkındır ve yattığı ranza, Muhammed ve İsa derecesinde kutsaldır:
‘Uy havar!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına,
Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü!
Benim de boş yanım hançer yalımı
Ve zulamda kan – ter içinde, âsi,
He desem, koparacak dizginlerini
Yediveren gül kardeşi bir arzu
Oy sevmişem ben seni…’
***
Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar bu düşselliğe vız gelir… Sevda terk etmez onu, ufku iyi bellemiş, yüzünde bir şark çıbanı gibi taşır dağların öfkesini. Kaç cehennem eritti yastığında, kaç yol ağlamaklı olmuştur geceleri. Saklısı gayrısı yok ayan beyandır. Hilafsız, üryan, kırgın, kederli… Yarının çocukları için, her birinin ayvatüyü çilleri için…
Canlı, elvan, gürül gürül… Dağ doruklarında güneş emmiş kar tanesi, atın yelesi suyun ezgisi, toprağın ritmi, mor salkımın gün bitimi… Nasıl anlatsam, vurgun ve bela, rüzgârda âsi…
‘’Yiğitlik inkâr gelinmez, koydu postasını, gördü restini… Umut dağlarladır’’ diyor ya, çocuklar getirecek üstünü…
“Gördüler
Yedi cihan,
İn, cin, Kaf dağının ardındakiler,
Kıtlık da kıran da olsa
Gördüler analar neler doğurur”
***
İyi ki doğdun usta.