Mehmet Şahin
Havanın iyice soğumaya başladığı günlerde, yılların kara kışını yaşayan kadim coğrafyaların birinde, kirli ellerle örselenmesin diye feryat ederken, korumaya çalıştığı Dört Ayaklı Minare’nin, ayaklarının altında uzanıp boylu boyunca yatıyordu Tahir, başından başlayıp halkının tarihine doğru sızan bir kan gölünün başında. Bin yılların barbar gücü, yine tarih, insanlık, özgürlük, adalet ve barış gibi tüm davetlerini seslendirmekten başka bir talebi olmayan bir halkın sesini susturmak için tüm kirliliğini devreye sokarak çıkmıştı sahneye, yıllardır kara oyunlarını sahneledikleri Amed sokaklarında.
Oysa ki herkes biliyordu, o gün orada insanlığın bir kez daha katledileceğini. Tüm tezgâhlar buna çalışacaktı ve çarklar ölüm kusmak için dönecekti. Katillerin, çevirdikleri dolapların yanlarına kâr kalacağını bilmenin rahatlığıyla sergilendi tüm oyun, üç maymunu oynayan suç ortaklarının karşısında; Tahir vuruldu, dünya seyretti.
Her köşesi, kadim halkların binlerce yıllık değerini saklayan coğrafyada, uzun zamandır yürüyen kirli savaşa karşı, hiç olmazsa bu değerleri koruyabilirim diye çıktı ortaya Tahir. Özgürlüğü elinden alınmış halkına miras kalan anıları temsil eden yapılara “dokunmayın” diyecekti mermi seslerinin arasında duyurabildiği sesiyle. Yüzlerce defa seslendirdiği barış çağrılarına ölümle karşılık veren cellatlar sevemedi, onların kirli yüzünün varlığını haykıracak bu sesi.
Zaten, günlerce öncesinden hazırdı, onurunu ve kalemini satan senaristlerin yazdığı senaryo. Her fırsatta, cesurca söylediği gerçeklerin rahatsız ettiği savaştan beslenenler vermişti son kararı ve bu ses susturulacaktı. Aslında herhangi bir hazırlığa da gerek yoktu, karar verilmişti ya gerisi çok kolaydı. Sonuçta, onları yargılayacak bir vicdan yuvası olmadığı için yapılacak hiçbir hatanın bedeli yoktu onlar için.
Kasım ayının sonunda son perdeyi oynadı ucuz figüranlar, onu bir çınar gibi devirdi daha önceden Ape Musa’nın boylu boyunca uzandığı parke taşlarının üzerine. Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan muktedirler bilemediler bir türlü bunun sebebini, bunu yapanı. Çok kararlı bir sahiplenmeyle sahip çıktılar küçük yavrularına ikiyüzlü ağlamaklı sesleriyle. Bu da “aydınlatılacak ve kendi dönemlerinde fail-i meçhullere izin vermeyeceklerdi” ama fail yine meçhul olup gidecekti diğerleri gibi sonsuza kadar, kendi söylediklerine kendilerinin de inanmadığı muktedirlerin tüm sözlerine rağmen.
Koca koca beylik laflar eden ağızların sahipleri, bir türlü “giremedi” olay mahalline. Tüm her şeye hakimlerdi ancak delil toplamak için koca bir kentin ortasına ulaşamadılar bir türlü. Günlerce kurgulanan çok kötü bir tiyatro oyunuyla gizlendi bu katliamın tüm karanlık yüzü, aydınlık görmesin diye çırpındı durdu cellatlar ve onun hamisi muktedirler. Plan tutmuştu ya gerisi için bir hamaset söylemi bulunacaktı elbet.
Sahi şimdi sırada ne vardı? Elbette ki, sırıtacaklardı ekranlardan atıp tutarken piyon babaları, oylarının artacağının hesabının verdiği hazla. Acının kimi yaktığı değildi önemli olan onlar için, bu acının kaç oy edeceğiydi. Gerisini kotaracak bir iki utanmazlık sergilense ne olurdu ki.
Belki bu sefer utanırlardı bu meçhul faillikten de ararlardı diye hatırlattı tüm dostları, mahkeme salonlarında yazılı olan mülkün temelini ama nafile. Katillere değil de katledilenlere işleyen egemen garabet, utanılası bir aymazlıkla dolandı durdu da, bir türlü gerçeğe ulaşamadı. Barış isteyeni cezalandıracak binlerce bahane bulabilen sistem, gün gibi ortada olan cinayeti bile göremedi ki fail arasın. Nasıl olsa ölen, kendisinin de içinde olduğu ve yaşatmak için binbir umarsızlık yarattığı sistem için tehditti ve yok edilmesi de gayet normaldi.
O zaman onu öldürenler neden yargılansın ki? Zaten kim yargılanacaktı ki? Ortada suç mu vardı da suçlu bulunsun? Egemen zihniyet, kendi bekası için tehdit olarak gördüğü bu iradeye tahammül edememiş ve gereği için piyonlar sahaya sürülmüştü, o kadar. Gerisi bu ülke için sıradan bir vaka. Adalet mi, ara ki bulasın.
Neredeyse tüm ömrünü, failleri bulunsun diye peşinden koştuğu gerçeğin ve özgürlük arayışçılarının son mesajına Elçi’lik yaptı geride bırakarak gözü yaşlı sevdiklerini. Coğrafya kaderdi ya, o da bu coğrafyanın kaderi yapılmış, zulme ve barbarlığa şahitlik yaparak bitirdi, mücadele dolu yıllarını. “Yatağında ölmeyeceğini bildiğinden” olsa gerek, herkes sıcak yatağındayken o gerçeğin peşine harcamıştı tüm zamanını. Çok çırpınmıştı ama ömür yetmemişti, ömrü katillerin kurşunu ve havanlarıyla bitirilmiş küçücük Uğur’ların ve Ceylan’ların faillerini meçhul olmaktan çıkarmaya.
Yüreğe bıraktığı kor ateşlerde kaldı Tahir ve onun insan hakları, özgürlük ve adalet arayış kavgası. Bu kavganın sahipsiz kalacağını düşünen zihniyetlerin, yanıldıklarını anlamak için, Tahir Elçin’nin mücadele geleneğinin geçmişine bakması bile yeterlidir. Zulmün ve sömürünün kol gezdiği, mermi seslerinin uğursuzca dolaştığı sokakları, oyun oynayan çocuk sesleri ve onları eve çağıran annelerinin seslerine bırakmak için mücadele edecek binlerce dostu var Tahir Elçi’nin; onun gibi onurlu, başı dik ve kararlı…