Sayın Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak kitabında bu süreci çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyarak; ‘Tüm 19. ve 20. yy. milliyetçilikleri toplumsal meşruiyet iddiası ile bağlantılıdır. İçte sınıf çelişkilerini gizlemede, dışa doğru saldırganlığı teşvik etmede milliyetçilik büyük rol oynar’ der
Rubar Amedi
18. yüzyıl ortalarından itibaren yıkılmaya başlayan ve 19. yüzyıl ile yıkılan imparatorlukların ulus devletlere dönüşmesi ile beraber gelişen milliyetçilik ideolojisi, tek ulus, tek devlet mantığı ile ulusal bağımsızlık karakterine bürünerek halkı bağımsızlık savaşına kanalize etmek için, milliyetçilik ideolojisini araçsallaştırılarak amaçlarına ulaşmaya çalışılmışlardır.
Milliyetçiliğin kelime kökeni Arapça millet (ar) kelimesinden türemektedir. Bir din ya da mezhebe bağlı olan cemaat anlamına gelmektedir. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar da bu tanım ile kullanılmıştır. Aynı kavram 19. yüzyılda Avrupa’da Fransızca ve İngilizce karşılığı olan Notion kavramı ile bu tanımlamaya eş değer olarak kullanılmaya başlanmıştır. Burjuvazinin gelişimi ile bu kavram ulusal değerler ile bütünleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürülmüştür.
Milliyetçiliğin Avrupa’da ilk ortaya çıkışı dağılan feodal geleneksel yapının modern topluma dönüşmesinde toplumun dağılma durumuna karşılık toplumsal aidiyeti ve birliği oluşturmada en temel ilke olarak kullanılmıştır.
19. yy. tamamen milliyetçiliğin gelişim yüzyılı olmuştur. Ulus devlet milliyetçiliğe dönüşümün ve etnik milliyetçiliğin gelişim esaslarının zemini tamamen bu yüzyılda atılmıştır.
Geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sürecinde dağılmaya karşılık değişimleri kontrol etmek için bölgesel ve dar kalan yapısıyla şekillenmeye çalışılan milliyetçilik, olgunlaşma sürecini ulus devlete dönüşerek tamamlar. Uluslararası ırksal farklılıkları etnisite ve kan bağına dayandırarak ırkçı yaklaşımları esas alan bir milliyetçilik kapitalist moderinite ile tamamen şahlanarak ulusal devlet ve koruyucu devlet mantığını toplumun tüm alanlarında; başta ekonomik olmak üzere sosyal, siyasal ve askeri örgütlenmesini en üst düzeyde tamamlar. Kendisini her çağın özgül koşullarına göre sürekli değiştiren ve dönüşümü sağlayan bir ideoloji haline getirir. Stephan Smith (İngiliz tarih sosyoloğu), “Milliyetçilik bukalemunvaridir, rengini bağlamından alır. Bu sonsuz kere yönlendirilebilir, şekil verilmeye ziyadesiyle müsait inanç, hissiyat ve sembollerden mürekkep dokuyu anlamak yalnızca her bir özgül durum içinde mümkündür” diye tanımlar.
Bunun en somut örneği Fransız ihtilalinde burjuvazinin mutlak monarşiye karşı geliştirdiği eşitlik, özgürlük ve adalet ayaklanması. Halkın iktidarı devirmesi ile burjuvazinin milliyetçi-ulusalcı yaklaşımı ile ortak yaşam, ortak kültür ve etnik grupların ve sınıfların devrimden sonra tasfiye edilerek ulusal burjuvazinin milliyetçilik bayrağını her şeyden üstün tutması, halkların devriminin sonunu getirir. 1. 2. 3. cumhuriyet dönemleri milliyetçi burjuvazinin iktidarını güçlendirme dönemleri olarak anılır.
19.yy.’dan itibaren milliyetçilik tamamen ideolojik karakterini ve dönüşümünü tamamlayarak ulus devlet ile birlikte tekçilik esasına dayanan emperyal ve sömürgeci bir karaktere bürünür. Hegel’in bahsettiği devlet, “Tarihte gelinebilecek en yüksek aşama olan mutlak bir devlettir. Özgürlüğün, dinin ahlaklılığın, evrenselliğin gerçekleşebileceği yegâne çatıdır” belirlemesi, devleti tanrının yeryüzündeki temsili mutlak kudreti olarak görmektedir.
Burjuvazinin kazanma ve kâr hırsı toplumları her türlü sosyal, siyasal ve ahlaki saldırılara açık bırakan bir konuma getirdi. Bu saldırılara maruz kalan toplum tek vatan, tek bayrak, tek devlet ve tek din argümanları ile beslenerek adeta bir toplum kırıma maruz bırakıldı.
Sayın Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak (BHS) kitabında bu süreci çok çarpıcı bir biçim de ortaya koyarak; “Tüm 19. ve 20. yy. milliyetçilikleri toplumsal meşruiyet iddiası ile bağlantılıdır. İçte sınıf çelişkilerini gizlemede, dışa doğru saldırganlığı teşvik etmede milliyetçilik büyük rol oynar” der.
İnsanlık tarihinin uzun bir kesitinde binlerce yıl kendi içinde tüm etnik gruplar ile zaman zaman sorunlu dahi olsa devletsiz yaşayabilen toplumlar, imparatorlukların çöküşü ile beraber ortaya çıkan ve palazlanan burjuvazinin milliyetçi ideolojisi her ulusa bir devlet, devletsiz topluma bir hiçtir. Devlet kutsal babadır şiarı ile adeta toplumları ateşin içine sürükledi. Binlerce yıl devletsiz yaşayabilen toplumlar adeta devlet kurmak için birbirlerinin sonunu getirmeye başladı.
Bu ideoloji kendi milli duyguları ve çıkarları dışında hiçbir düşünceye, anlayışa ve etnik halklara yaşam hakkı tanımadı. Devleti milliyetçi amaçlarına ulaşmak için araç olarak kulandı, halkı da bu yalanlarına ortak ettirerek devletin kutsallığı ve tanrının yeryüzündeki yegâne temsilcisi diye ikna ettirdi. Milliyetçilik ideolojisinden bu yana toplumlar sürekli etnik dini ve ulusal savaşlar ile milyonlarca bireyini kaybetti. Sadece 1914’te Birinci Paylaşım Savaşı’nda 10 milyona yakın asker, 20 milyona yakın sivil yaşamını yitirirken, İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda ise sivil-asker olmak üzere yaklaşık 60 milyona yakın insanın yaşamını kaybettiği söyleniyor.
Halklara reva görülen ve sözde kurtuluş amaçlayan bu soykırımcı ideoloji Hitler, Mussolini ve Franko gibi faşist diktatörler yaratarak adeta toplumları bir felakete sürüklediler.
Mussolini milliyetçiliği, “Devletteki her şey, Devlet dışında hiçbir şey, Devlete karşı bir şey yok” sloganı ile bunu ifade ederken, Hitler bunu Aryen ırkının üstünlüğü olarak formülleştirip Aryen ırkından olmayanlara yaşam hakkı tanımama olarak adlandırır ve yaşarlarsa bile bir köle olarak yaşamayı seçmeleri gerektiğini vurgular. Franko ise devlet milliyetçiliğinin bariz bir örneği olarak, devletin toprak bütünlüğünü tehdit ettiği savından yola çıkarak en ağır baskılar ve katliamlar ile Katalan ve Bask halkının tüm özerk haklarını ellerinden aldı.
Milliyetçilik asla özgürleşmek isteyen toplumlar için bir kurtuluş ideolojisi değildir. Tam aksine toplumları toplum olma özelliğinden uzaklaştıran diğer etnik azınlıkları ve halkları bu ideolojinin doğası gereği düşman gören, sadece köle olma hakkını tanıyan yığınlar yaratan bir sorunsal ideolojidir. Mezhep, kan ve ırk bağına dayanan bu ideoloji yüz yıllardır burjuvazinin kâr hırsı ve dünyaya hakim olma hırsı ile toplumlara ölümden ve savaştan öte hiçbir şey yaşatmamıştır.
Ezilen ulus milliyetçiliği
Ezilen ulus milliyetçiliği bu milliyetçiliklerden farklı olarak ele alınır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan bu oluşum ve kavram sömürge ve sömürgeleştirilen uluslar için kullanılır. Sömürge halkların sömürgeci egemenliklere karşı ulusal mücadelede kendi toplumunun tümünü mili duygu ile hareketlendirerek verilen mücadele olarak bilinir. Bunun için sömürge ulusların kurtuluş mücadeleleri klasik milliyetçiliklerden farklı olarak ele alınıp değerlendirilir. Sömürge bir ulusun vermiş olduğu her türlü mücadele meşru ve haklı olarak görülür ve doğru olan da budur. Afrika, Latin Amerika, Güney Amerika, Bolivya, Çin ve Hint milliyetçiliği buna somut örnek olarak görülmektedirler. Sorun şu ki; bağımsızlıklarını elde eden bu toplumlar ulus devlet ile günümüze kadar sorunları çözülen demokratik bir ulus modelini hala da yaratmamış olmaları, var olan ulus devletlere eklenti olmaktan öteye geçememişlerdir. 22 Arap ulusunun oluşması Arapların sorunlarını çözmemiş, tam aksine daha da ağırlaştırmıştır. Arap milliyetçiliğinin ve şovenizminin daha çok gelişmesine neden olmuştur.
Ulus devlet milliyetçiliğine muktedir olan hiçbir toplum günümüze kadar sosyal, siyasal ve sınıfsal sorunları çözmüş bir toplum olmamıştır. Her daim savaşlar ve yıkımlar ile karşı karşıya kalarak bir başka devlet tarafından boğazlanmamak için tüm varlıklarını savunma araçlarına yatırmışlardır.
Kürt toplumu milliyetçilikten en uzak toplumlardan biridir. Toprakları işgal edilmesine, baskı ve zulüm altında olmalarına rağmen sürekli diğer halklar ile ortak yaşama taleplerinde bulunmuştur. 18. yy.’da Türk-Kürt ilişkileri bozulmaya başlayınca ve Kürdistan’da Kürt varlığı artık tehlike ile karşı karşıya kalınca kendi varlıklarını ve statülerini korumaya yönelik bölgesel ve yerel isyanlara başladılar. İlk Kürt isyanı olan Babanzade Abdurrahman Paşa isyanı ile başlayan (1806- Musul) ve günümüze kadar resmi Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca kayıtlara giren 29 Kürt isyanı ortaya çıkan bu sorunsallığın ana temeli olur. Osmanlı İmparatorluğu sürecinde Kürtler etnik ve kültürel olarak bir biçimiyle kendilerini var edebiliyor ve bölgesel, yerel statüler ile yaşamlarına devam edebiliyorlardı.
Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan sonra ikiye bölünen Kürdistan, Osmanlı’nın dağılmasından sonra Lozan ile beraber dörde bölünerek sömürge statüsü ile kalıcılaştırıldı.
“20. yüzyıl Kürt olgusunda yaşanan, gerçekten dünyada örneği olmayan kafese kapatma ve evcil hayvan haline getirme politikasıydı. Bir Afrika’ya uygulanan sömürge politikaları bile Kürtlere çok görülmüştür. Siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, hatta askeri politikaların çağdaş etnik, ulusal ve sömürgeleştirme baskısı biçimleri bile çok görülüp uygulanmamıştır.” (BHS, Öcalan)
Osmanlı’nın dağılmaya başlaması ile beraber ve Balkanlarda halkların sonuç alıcı ayaklanmaları, Kürt aydınlarında da varlığını korumaya yönelik ulusal bilinç geliştirme arayışlarına neden oldu.
Başta Midhat Bedirxan’ın 22 Nisan 1898’de ilk Kürtçe gazetesinin çıkarılması ile başlayan ulusal aydınlanma süreci, Kürt aydınlarında bir ulusal bilinç çalışması ve devlet olma arayışları doğrultusunda örgütlenme çabaları başlar. Bunun en somut örneği olarak 5 Ekim 1927’de Lübnan’ın Bihamdun kentinde dört parça Kürdistan’dan Kürt aydınlarının katılımı ile Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurulması ile HOYBUN’UN oluşum süreci başlar. 1925’ten 1938’lere kadar Kürdistan boylu boyunca isyanlara tanıklık eder.
Yeni kurulan TC devleti parçalanan Osmanlı’nın arta kalanları ile Anadolu ve Kürdistan’a sıkışarak İttihat ve Terakki eliyle halkların imhası ve inkarı üzerine uluslaşma sürecini tamamlamadan devletten ulus yaratarak Türklük ve milliyetçilik ideolojisi üzerine yeni bir rejim inşa etmeye çalıştılar. Başta Lozan ile başlayan Kürt halkının inkârı ve Ermeni soykırımı bu ideolojinin adeta yol temizliği idi.
Osmanlı’da aşağılanan, hor görülen, öz güveni olmayan Türklük cumhuriyet ile en üstün ırk haline getirilmeye çalışıldı. “Ne mutlu Türküm diyene”, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk öğün çalış güven” gibi ırkçı sloganlar ile uyduruk menkıbeler yaratılarak Sümer ve Etilerin en eski köklü Türkler olduğu, Güneş Dil teorisi ile uydurularak kendine inancı olamayan Türk halkına özgüven kazandırmaya çalıştılar. Etibank ve Sümerbank bu dönemlerin ürünü olarak ortaya çıkan eserlerdir.
Cumhuriyetin kurulmasından itibaren soykırım ve asimilasyon politikaları ile başlayan Kürt ve Kürdistan inkârı tarihte eşi görülmemiş direnişlerin ve katliamların yaşanmasına neden olan bir coğrafyaya dönüşmüştür.
Kürt raporları ve söylemler
Kürdün varlığı her daim bir tehdit unsuru olarak görülür. İsyanların bastırılma şekli bile gelecek kuşaklar için bir terbiye amaçlamaktadır. Asimilasyon ve soykırım bir devlet politikası olarak uygulanır. Öyle ki bunu dile getirmekten dahi kaçınılmamaktadır.
Esat Bozkurt’un, 1930’daki Ağrı İsyanı’ndan sonra Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada, “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler” demiştir. (Milliyet 19 Eylül 1930)
Yine hakeza Cemal Gürsel’in 1930’da Diyarbakır’da belediyenin önünde yapmış olduğu açıklamada, “Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm” söylemi ve 1940 yılında CHP’nin Kürtler ile ilgili hazırladığı bir raporunda, “Kürtler Türkleştirilmelidir! Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir” tespiti ile Kürdistan boydan boya işgal ve asimilasyon politikaları ile yönetilmeye başlanır.
‘Diriliş gerçekleşti, sıra kurtuluşta’
Yüz yıldır bu politikalar uygulanmasına rağmen Kürt halkı direnişlerinden asla vazgeçmedi. Zaman zaman tarihinin en karanlık çağının yaşandığı dönemleri de oldu fakat asla varlığını inkar eden egemen güçlere boyun eğmedi. 1984’ten itibaren diriliş savaşını kahramanca bedeller ödeyerek gerçekleştirdi. Adı yasak, ülkesi yasak olan bir halkın evlatlarından bir halkı kurtuluşa götürecek kahramanları yaratıldı. Onun içindir ki Bilge insanın “Diriliş gerçekleşti, sıra kurtuluşta” belirlemesi Kürt halkının kurtuluş sürecinin nasıl olacağını, hangi yöntemle olacağını demokratik ulus paradigması ile net olarak ortaya koymaktadır.