Evladi Kervêlaymê, Be gûnayîme,
Ayvo Zulumo, Cînayêto
(Seyit Rıza, 15 Kasım 1937)
Entelektüel sosyetenin kafası, son günlerde “kurucu irade” ve “kaçıncı cumhuriyet” soruları ile ziyadesiyle meşgul. “Milli matem” vesilesiyle Fatih Yaşlı, Taner Akçam ve Bülent Somay’ın paslaşarak ilerlettikleri, yeni “kurucu irade” altında ikinci mi dördüncü mü yoksa üç buçukuncu cumhuriyetin mi inşa edilmekte olduğu üzerine bir tartışma almış yürüyor. Popüler “sağduyu” düzeyinde ise, bir yandan seksen senedir çocuklarımızın öğretmen gözetiminde ağlatılmaları ritüelinin son kullanma tarihi; öte yandan da Diyanet İşleri Başkanı’nın “yüce önder” ruhuna fatiha okutmak yerine, o öndere küfürleriyle namlı bir yobazı ziyaret etmesinin sakıncaları üzerine daha seviyesiz bir ağız dalaşı cereyan etmekte. Bu milli kakofoni içinde bazı “milli cinayetlerin” yıldönümlerini hatırlatmak, Walter Benjamin’in tabiriyle “tarihin tüylerini tersine fırçalama” iradesini gerektiriyor. Seksen yıldır yas tutanların, üç yıldır yarası soğumamış olanların diliyle konuşacağız bugün: “Bir konserin ortasında patlayan tabanca gibi kaba ama gözardı edilmesi imkânsız, çok çirkin şeylerden söz edeceğiz” (Stendhal).
Tarihte bu hafta, 15 Kasım 1937 günü, bir “milli cinayet” işlendi. Cinayetti, çünkü 78 yaşındaki Seyit Rıza, Dersim’de sürmekte olan huzursuzluğa son verme yönünde valinin yaptığı çağrıya uyarak Erzincan’a gelmişti; oysa barış masası yerine darağacı kurulmuştu. Cinayetti, çünkü idamı kitabına uydurmak için mahkeme kararı ile yaşı küçültüldü. Bu milli cinayetin ardından, “birinci” cumhuriyetin “kurucu” kitle katliamı başladı. Dönemin “ilerici” basınına bakılırsa, “Dersim’e medeniyyet getiriliyor”, “çağdaş” bombaların maharetiyle “feodal düzen” dümdüz edilerek bir “demokratik devrim” gerçekleştiriliyordu. Benjamin’in dediği gibi, “Faşizmin bir şansı da, faşizme karşı olanların onu ilerleme adına tarihsel bir kural saymalarıdır”. Dersim’in resmen “Tunceli” olarak “vaftizi” ve ilhakıyla birlikte “Yeni Türkiye”nin kuruluş süreci tamamlanmış, cumhuriyet rejimi, özgün “derinliğini” konsolide etmiş bulunuyordu. Benjamin’le devam edelim: “Kültür alanında hiçbir belge yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık niteliği taşımasın. Böyle bir belgenin kuşaktan kuşağa geçişini sağlayan gelenek süreci de barbarlıktan uzak sayılamaz.”
“Barbarlık” geleneği, kuşaktan kuşağa aktarılarak tekerrür ediyor. Şöyle: Geçtiğimiz hafta içinde, saygın Kürt siyasetçisi Ahmet Türk’ün Kemal Kılıçdaroğlu ile yapmış olduğu bir görüşme üzerine konuşuldu. Bir radyo programında dinlemeye çalıştım. “Çalıştım” çünkü Ahmet Türk daha bir cümleyi tamamlamadan dinleyici soruları yağmaya başladı. “PeKaKayı lanetliyor musunuz; lanetlemiyor musunuz?” “Sizce PeKaKa bir terör örgütü mü değil mi?” gibi onlarca soru ile program kitlendi. İşte bu ve benzeri sorular, bir başka “milli cinayeti”, 28 Kasım 2015 günü Tahir Elçi’nin öldürülüşünü çağrıştırıyor kaçınılmaz olarak. Bu nedenle olsa gerek, Ahmet Türk bu sorulara yanıt vermek yerine barış ve demokrasi mesajlarını tekrarlamakla yetindi.
Üç yıl oldu… Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’yi şehrin ortasında güpegündüz katledenler kimdir? Televizyon dizilerindeki kahraman polis hikâyelerinde gece gündüz demeden çalıştıklarını izleyerek takdir ettiğimiz cinayet masası komiserleri ve külyutmaz savcılar bu sorunun yanıtını bilmiyor; failleri bir türlü bulamıyor. Elçi’yi televizyon programında “milli katillere” hedef gösteren şahıs ise ekranlarda, gazete köşelerinde görünmeye utanmıyor; belki de “derin” birileri onunla gurur duyuyor; başını okşuyor…
“Barbarlık” tekrara doymuyor: Yine geçtiğimiz hafta içinde, HDP Mardin Milletvekili Ebru Günay, İçişleri Bakanı Soylu tarafından “Böyle konuşamazsın… Görürsün sen!” diye Meclis’te tehdit edildi. Bir başka HDP’li vekil Filiz Kerestecioğlu, Soylu’ya hak ettiği karşılığı, “Fezleke görüyoruz, cezaevi görüyoruz. Başka ne göreceğiz suikast mı?” sorusuyla verdi. Yanıt yok… Belli ki savrulan tehdidin ucu açık. Bu bağlamda Benjamin de hiç insaflı değil: “Yaşadıklarımızın (…) halâ olabilmesi karşısında duyulan şaşkınlık, felsefe anlamında bir şaşkınlık değildir”. Ve barbarlık geleneğinin inatçı dayanıklılığı karşısında şaşkınlık yerine felsefi anlam üretmenin tek yolu, “ezilenlerin geleneği” zemini üzerinde “tarihin tüylerini tersine fırçalama” eylemine girişmektir.
“Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim bu bana dert oldu; ama ben de sizin önünüzde eğilmedim ya, bu da size dert olsun”.
Seyit Rıza’nın kendi katline ferman çıkaranların suratına çarptığı bu sözler, kuşaktan kuşağa aktarılarak her devrin “kurucu barbarları” ve “milli katilleri” karşısında cesaretle tekrarlanıyor, tarihin tüyleri inatla tersine fırçalanıyor ya, bu da bizlere umut olsun.