Cuma günü haber sitelerine Kulp Kaymakamı/Kayyumu’nun camii imamını darp ettiği haberleri düştü. İddiaya göre Kulp Kaymakamı cuma namazını kılmak için Kulp Bahçelievler Camisi’ne gitmiş. Kaymakam imamın hutbeyi okuma şeklini beğenmediği için önce imamı cemaat içinde uyarmış. Sonrasında korumalarını da yanına alarak, imam odasında imama önce küfür edip hakaretlerde bulunmuş ve ‘sen teröristsin’ diyerek imamı mikrofon sapıyla dövmüş. Eğer iddia doğruysa ki ‘darp raporu’ gibi somut belirtiler var, artık düzen, nizam, hak, hukuk, yasa vb normların hiçbir değeri kalmamıştır. Kaymakamın yaptığı, dizi-filmlerdeki mafya karakterlerinin veya hamasetten öteye geçmeyen dönem dizilerinin figürlerinin günlük yaşama yansımasıdır. Kaymakam, mülki idari amir olmaktan ziyade kendisini çete dizilerinin başrol oyuncusu sanmış galiba.
Ancak imamın savunması daha içler acısı idi. İmam, basına yansıyan ifadesinde şöyle diyor; ‘Bana ‘Terörist’ kelimesini kullandı. Kaymakama ‘Babam güvenlik korucusu, ağabeyim polis, bu kelimeyi bana diyemezsin’ dedim. Bunu deyince sinirlendi, yumruk ve tekme attı. Ben asla karşılık vermedim. Suçlu olmamak için karşılık vermedim. Küfür etmeye devam etti.” Nasıl bir sindirilmişlikse, nasıl bir ezilmişlikse kaymakamın mafyavari hakaret ve saldırılarına “Ben asla karşılık vermedim” diye savunma yapıyor imam.
Olayın basına yansımasından sonra kamuoyunda önce kısmi bir tepki gelişti. Nihayetinde Kaymakamın hışmına uğrayan bir din görevlisiydi. İktidarın kendi kitlesini konsolide ettiği sosyolojik alandan biriydi.
Ancak ‘milli din’ refleksi devreye girince kaymakama tepki gösterenler de hemen çark etmeye başladı. Kaymakama destek veren; bürokrat, siyasetçi, gazeteci ve trollerin ortak özellikleri ırkçı ve şovenist olmalarıydı. Onlara göre ‘devlet nizamı asilik(!) kabul etmez’. Onlar devlet nizamını ‘mafyatik ve çetevari’ pratiklerle sağlarlar. Bu cesareti nereden alıyorlar peki?
Bu ülkede hangi rezilliği yaparsan yap, ne kadar çalarsan çal, nasıl bir ahlaksızlık yapıyorsan yap, hangi suçu işliyorsan işle, hangi günahı yaşıyorsan yaşa; sihirli cümleler olan ‘şehitler ölmez, vatan bölünmez; ezanlar dinmez, bayraklar inmez’ sloganlarıyla ve hamasetiyle temize çıkarsın. Ezanların da bayrağa hizmet edeni makbuldür. Aksi durumda o ‘ezan’ da, o ‘ezanı okuyan’ da ‘terörist’ olarak suçlanmaktan kurtulamaz. Tıpkı babası ‘korucu’, abisi ‘polis’ olan Kulp Bahçelievler imamının ‘terörist’ olarak suçlanmaktan kurtulamadığı gibi.
Bu olayda gerek İslami camia gerekse de Kürtler şapkalarını önlerine koyup bir daha düşünmeliler.
Semavi dinlerin ortak özelliği toplumcu olmalarıdır. Toplumdaki dezavantajlıların haklarının ve hürriyetlerinin güvencesi olarak rol almışlardır. Toplumcu din, zalimin ve mazlumun kimliğine bakılmaksızın zalimin karşısında, mazlumdan yana tutum almayı emreder. Ancak ne zaman semavi din temsilcileri iktidarlarla, saraylılarla, krallarla ilişkiye girdiler, iktidar ve rant paylaşımı pazarlıklarına girdiler; toplumcu özelliğini bir yana bırakıp iktidarların, saraylıların dini oldular. İşte o zaman ‘din’ iktidarlar elinde toplumu terbiye etme aracına dönüştü.
İslam dini de özellikle Muaviye’den bu yana toplumdan soyutlanmış, din temsilcililerinin saraylarda sefalarını sürdürme aracına dönüşmüştü. Muaviye’den bu yana İslam dininin temsilcileri toplumu/mazlumu unutmuş, toplumu ezen, sömüren, talan eden saraylıların ve iktidarların saltanatlarını koruma görevini yerine getirmişlerdir. O nedenle günümüzde yaşanan İslamiyet Allah’ın dininden ziyade ‘Emevi soylu İslamiyet, iktidar ve saray İslamiyeti’dir.
Ancak Osmanlı’dan sonra ‘saray dini’ de artık Türkçülüğü kesmedi. Saray dini, milli dine dönüştürüldü. Bunun ilk pratikleri ‘Turancılık’ hayalini gerçekleştirmek için halifeliğin gücünü kullanarak Orta Asya’ya kadar yurt edinme girişimi oldu. Sonrasında cumhuriyetle birlikte dinin kurumsallaştırılması değiştirildi ve halifelik yerine ‘Türkçü’ devlet aklının emir ve talimatlarına göre hareket eden Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın kurulmuş olduğu 3 Mart 1924 yılından beri toplumdan yana dini referanslı tek bir tutumu olmamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye toplumunun Türkleştirilmesi için kendisine verilen her görevi harfiyen yerine getirmiştir. O nedenle bugün Türkiye’de dayatılan din bırakın Allah’ın dini, Emevi soylu din bile değildir. Türkiye’de dayatılan din, ‘Milli Din’dir’. Bu dinin tek görevi de Türkiye toplumunu Türkleştirmektir.
Frantz Fanon, ‘Siyah Deri Beyaz Maske’ kitabında şu tespiti yapar; “Sömürgeleştirilenler ancak efendilerinin buyruklarını aktarma görevini üstlenir.” Ancak kaymakam-imam olayında görüldü ki, Kürdistan’da ‘Türkçülük’ zihniyetinin sözlerini aktarmak da artık ‘Türkçülük’ zihniyetini tatmin etmiyor. Nasıl aktardığına da bakıyor efendi.
Yine Frantz Fanon aynı eserinde “Bir siyah Fransız dilini benimsediği ölçüde beyazlaşır, siyahlığını reddettiği ölçüde beyazlaşır. Sömürgeleştirilen kişi kendi kültürel değerlerini reddettiği ölçüde beyazlaşacaktır” der. Ancak görüldüğü üzere Kürdistan’da Kürtler, kendi değerlerini reddetseler dahi ‘terörist’ olmaktan, ayrımcılığa maruz kalmaktan kurtulamamaktadırlar. Her ne kadar imam ‘Babam güvenlik korucusu, ağabeyim polis’ deyip kendisinin de beyazlardan/Türkçülerden olduğunu ima etmişse de dayak yemekten, hakaret işitmekten ve aşağılanmaktan kurtulamamıştır.
Yaşanılanlara bakılarak Müslüman cemaatleri ve Müslüman kamuoyu; İslam’ı Türkçülüğün ve sarayın hegemonyasından çıkararak Allah’ın dininin onurunu, izzetini ve haysiyetini kurtarmalıdırlar. İslam ancak iktidar ve Türkçülük tekelinden kurtulursa toplumcu din özüne dönerek toplumsal dezavantajlıların haklarının güvencesi olabilir.
Kürtlerin bir kısmı da II. Abdülhamid’den bu yana dönem dönem ‘Türkçülük’ aklından medet umarak, bazen de kimliğini inkar etme pahasına ‘Türkleştiğini’ iddia ederek ‘Türkçülüğe’ hizmet etmişlerdir. Ancak her durumda ‘Türkçülük’ zihniyeti tarafından ‘terörist’, ‘bölücü’ olarak suçlanmaktan kurtulamamışlardır. Kürtler açısından kurtuluş kendini ‘inkar etmek’ ya da ‘Türkçülükten medet ummakla’ olmaz. Kürtler açısından kurtuluş tarihsel eksiklikleri olan ‘ittifaklarını, birliklerini’ kurmakla ve Türkçülüğün dayattığı baskıları, Türkçülüğün verdiği siyasi ve ekonomik rüşvetleri reddetmekle olur.
Müslümanlar açısından da Kürtler açısından da önemli olan bu tespitlerin bilinmesi değil, bu tespitlerdeki durumların değiştirilmesi için harekete geçmeleridir.