Ölülerin arkasından konuşuyoruz aylardır. Büyük günah işliyoruz. Oysa ölenin arkasından konuşulmaz çünkü ölenin hükmü yoktur. Yok, burada dinler bile bükülür. Burada ölenin hükmü de mücadelesi de vardır. Nasıl bir metafizik derseniz gider kuantuma bile çatarız. Edgar Allan Poe’ya yazdığı öyküleri dar eder, yaşadığımız coğrafyadaki zulmü nasıl öngöremedi diye lanetler ederiz. Yok, Poe bile bu kadarına vardıramadı işi. Korkunun haysiyetle sınırını bilerek yazan yazarlar bunları yazmaktan imtina etti. Ayıptır dediler, emsal olmasın dediler, bu zulüm dünyada vuku bulmaz diye düşündüler ve sustular. Evet, kabus ve evet, korku ve nihayetinde edebiyattı bu. Burada saldırmak yeniden yazılıyor, devlet eliyle.
Salgının bir temasla iz bıraktığı şu günlerde yürümenin bile büyük lüks olduğu bilgisini taşırken, kaldırımlara ölülerin gömüldüğünü haberlerden öğreniyoruz. Yolun ortasında yürüsek araba çarpacak, kaldırım ise hep hatırlatacak; hayalleri için mücadele edenler kaldırımlara gömüldü.
Peki bundan sonra nasıl yürünecek ve nasıl yaşanacak? Bilinir ki haysiyet bir kavgada veya savaşta en zalim ve en düşkünlerin saldırdığı alandır. Çünkü bir gün karşındakiyle, kıyasıya savaştığınla bir araya geldiğinde onun yüzüne bakacak bir yüzün olsun. Bu yüzdendir ki her savaş zalimi haysiyet mevzusunda yasalarını bile çiğner. Çünkü haysiyet verilmez, alınmaz, yeniden üretilmez. Haysiyet her insanda, her halkta vardır ve burada saldırmanın bir sınırı vardır. Herkes, kuantum bile bunu bilir, öyle davranır. Haysiyet saldırısı bir yok etme hareketi değildir. Bir düşkünleştirme ve bir tahrik mevzusudur. Bu günlerde bu sınırlar zorlanıyor. Bırakın yaşayan Kürdü, ölecek Kürdü ecel saniyesinde dize getirmeye çalışıyor bu akıl. Oysa direnmekten başka çaresi kalmamış bir halka, zulmün üstüne bir zafer inşa edilemez, kabul da edilemez. Büyük yanılgı, tarih burada tekerrür etmez. Şimdilerde bir kafile Kürdü yani iki yüzü aşkın insanı saklama kabıyla kaldırıma gömdükleri haberi düştü gündeme. Seri katil olsa bunu düşünemez. Devlet aygıtı bunu süratle düşünüp yerine getirmiş bile. Üstelik hakarete çarpı bin beş yüz yapmak için kanalizasyon borularının yolunu da oraya eklemeyi eksik etmemiş. Yani tam gaz düşmanlık ve son sürat haysiyet savaşında tahrikte gıdım şaşmamış.
Ben çocukluğumda ölülerin panzerlere bağlanarak çarşı çarşı, sokak sokak dolaştırıldığı zamanları duydum. Rivayet değildi ve yıllar sonra yeniden gördük. Daha doğrusu gizlenme gayreti gösterilmeden bile bile servis edildi. En nihayetinde bir sonu vardı o eziyetin, o ölü paramparça da olsa bırakılıyordu ailesine. Sonra gömülürdü o her kimse. Artık o da yok. Şimdilerde insanlar mezarsız ve kimsesiz bırakılmaya çalışılıyor. Oysa ölümü pahasına cenazesine sahip çıkılan coğrafyada, bu tarz gündelik politikalar tutmaz. Çünkü burada insanlar yaşayanın tarihine tanıklık ettiği gibi ölüsünü hayatta kimsesiz bırakmaz. Bu bir nevi dini teşvik, bir nevi şahitliğe namus borcudur.
Toplumun travmatize edildiği, gün be gün çürümeye tanık kılındığı, şiddetin sokaklardan evlerin içine kadar girdiği zamanlarda sağ duyulu sesleri işiten bulunmaz. Geçtiğimiz günlerde Kürt siyasetinin deneyimli şahsiyetlerinden Ahmet Türk, bayram sabahı böbrek hastası Dilgeş’in annesiyle cezaevine gönderilmesi üzerine şöyle bir açıklama yapmıştı: “Kürdü bayram günü cezaevine gönderenler, bir mezarı bile çok görenler, bilsinler ki mütevazılığımız korkmamızdan değil, insanlığa olan saygımızdandır. Bunu anlamamışlarsa 80’in Amed Zindanı’na baksınlar diyorum. Korkum odur ki ellerini sıkacak kimse kalmaz.” Bu aslında bir nevi siyasete ve pervasız devlete bir uyarıydı. Çünkü dünya ve gökyüzü şahittir ki hiçbir savaş sonsuz değildir. Bir yerden sonra barış kendini dayatacaktır. Nihayetinde barış taraflar arasında yapılmaktadır. Şu an devam eden bu çöktürme planının bir başka basamağı sayılan mezarsız bırakma politikası ile hiçbir kuşak muhatap olmaz. Şair Şükrü Erbaş, ‘Edip’e yanıtı bilinen sorular’ adlı şiirinde bir soru sorar: “Mezar taşlarıyla barış olur mu?” Bu, sorudan ziyade savaşın son bulması ile ilgili bir isyandır. Şimdilerde ise devlet mezar taşları bile bırakmıyor.
Buzdolaplarından kaldırım taşlarına hafızada korku nesneleri ile tehditler savuranlar, kendi çukurunda debelenenlerdir. Yaşayanların hükmü ölülerin hükmüne ses olmakta inatçıdır. Bu inat hiçbir korkuya siftah bile vermez. Ahmed Arif, ‘Diyarbekir Kalesi’nden notlar ve Adiloş bebenin ninnisi’ şiirinde tembihleri dizer ve karşısındakini tarif ederek Adiloş bebenin kimi nasıl tanıyarak büyümesi gerektiğini şöyle anlatır: “Bunlar aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır/ tanı bunları/ tanı da büyü…” Şimdilerde bu tanımaya yeni mısralar ekleniyor annelerin, babaların dilinden yeni bebelere: “Bunlar kemiklerimize göz koyanlardır/ tanı bunları/ tanı da büyü.” Yine son ses olarak direnişi yeniden tanımlayan anne Ruhiye Ok diyor: “Çocuklarımızın ne kadar güçlü olduğu, mücadele ruhunu canlı tuttuğu ortadadır. Çocuklarımız tarihi oluşturdular. Çocuğumun cenazesi bile mücadelesini sürdürüyor ve saldırılara karşı direniş sergiliyor gibi hissediyorum. Verdikleri mücadele toplumsal bellektir. Onların bu mücadelelerine ve anılarına sahip çıkmalıyız.”
Yani bu düşmanlığı tanıyıp büyüyenler başka bir motivasyonla ve başka bir hatırlamayla büyüyor. Bu hatırlamalarla büyüyen çocuklara uzanan barış eli havada kalabilir. Bundandır Ahmet Türk’ün bu itirazı ve hatırlatması. Çünkü savaş bir yere kadardır. Haysiyete saldırmak da bir yere kadar. Mezar taşları hafızadır ve savaşın bitmesi için işaret edilen mekanlardır. Oraya saldırmak günahı bile geçmiştir. Dini olan, imanına sadık kalan, bir bütün özgürlükçülüğü savunan ses etmezse, yürüdüğü kaldırım taşları onu tutsak ettiği gibi bu suça da ortak eder.