Mezarlıklara saldırının yalnızca bir hak ihlali meselesi olmadığını söyleyen HDP’li Hişyar Özsoy’a göre yapılanlar, ‘Kürtleri, ölüleriyle birlikte dehumanize etme, insanlık kategorisinden çıkarma girişimidir’
Van’da başlayan ve son bir aydır birçok kente yayılan, üzerinde Kürtçe ifadeler ve Kürt ulusal renklerinin olduğu mezarlara yönelik saldırıları “Kürdistan’da artık biyolojik ölüm bir son değil. Ölen hiç kimse, hiçliğe mahkum olmuyor” ifadeleriyle yorumlayan HDP Diyarbakır Milletvekili Hişyar Özsoy, Kürt hareketinin ölümün anlamını değiştirdiğini anlatıyor.
Özsoy’a göre, devletin fiziksel şiddet gücü, Kürtlerin ölümden ürettiği sembolik anlam ve değerlerin gücüne yetmeyecek.
Özsoy’un Mezopotamya Ajansı’ndan Deniz Nazlım’a verdiği röportajdan bazı bölümler şöyle;
- Biyolojik ölüm gerçekleştikten sonra, ölü bireyin yaşama etkileri sürüyor. Mezarlara yönelik saldırıların arkasında yatan anlamı bu açıdan nasıl ifade edebiliriz?
Tarihsel bir devlet politikasıdır. Devletin yapmak istediği, Kürtleri biyolojik ölüme indirgemektir. En nihayetinde herkes ölür ama biz toplum ve insan olarak, biyolojik ölümü toplumsal olarak, sembollerle anlamlandırırız. Devlet bu pratikleriyle Kürtlerin biyolojik ölümü, toplumsal ve sembolik bir ölüm olarak kodlamasını engellemeye çalışıyor.
- Politik koşullar ve Kürtlerin özgürlük mücadelesi göz önüne alındığında, Kürdün ölüleri ile toplumu arasında nasıl bir bağ kurulu? Kürdün cenazesinin nasıl bir gücü var?
Dünyadaki, bütün farklı din ve inançlarda ölüm, kutsiyet atfettiğimiz bir alandır. Mezarlıkların yanından bile geçerken, insan ıslık çalmaz, şarkı söylemez, saygı gösterir. Saygının inşa edildiği bir kutsiyet alanı… Bunun dışında, bahsettiğimiz ölümler, en nihayetinde politik ölümlerdir. Politik ölümler de Kürtlerin ulusal inşasında önemli bir yer tutuyor.
Yakın dönemde, biz 40-50 bin insanın ölümünden bahsediyoruz. Sadece kuzeyde, bir de diğer parçaları düşünürseniz, ölüm Kürtlerin ulusal tahayyül oluşturmasında çok merkezi bir noktadır. Devlet bunu gördüğü ve düşündüğü için, o ölümü siyasal imajından koparmaya, yani Kürtlerin yaşayanları ile dirilerini birbirinden koparmaya, aralarına sınırlar çizmeye ve o sınırları sert bir şekilde kontrol etmeye çalışıyor.
- Ne kadar başarılı olabilir?
Devlet mekanda, fiziki olarak iz bırakmasını engellemeye çalışıyor, zorla da olsa başarılı oluyor. Gidiyor, yıkıyor işte. Yakın zaman da gördüğümüz gidip mezarlıkları bombalıyor ya da etrafını tel örgülerle çevirebiliyor. Panzerlerle tutabiliyor, dozerlerle yıkabiliyor.
Fakat kazanamadığı şöyle bir savaş var; 95 yıl sonra Şeyh Sait’in de Seyit Rıza’nın da; mezarı olmayanlar, mezar yeri belli olmayanlar ve cenazesi olmayanlar, bütün Kürtlerin toplumsal ve siyasal tahayyüllerinde, hala çok merkezi ve güçlü bir yer kazanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, devletin “ölü bedenlerle”, onların ruhlarıyla mücadele etme şansı sıfırdır. Psikolojik bir savaşın parçası olarak, sürekli saldırıyla, toplumda, özellikle Kürtler arasında, ölümün anlamanı ve değerini düşürmeye çalışıyor. Tabi zor bir durum, mezarların yıkılması taşların kırılması. Bunlar fiziksel saldırılardır. Ama sembolik alanda bu savaşı kazanmasının hiçbir koşulu yoktur.
- Son 40 yılda, Kürt hareketinin, Ortadoğu coğrafyasında, ölümün anlamını değiştirdiğini söylüyorsunuz, bunu biraz açabilir misiz?
1980 yılında, Diyarbakır Cezaevi’ndeki o direnişleri biliyoruz. Sloganlaştırılmış ama fazla felsefi boyutuna inilmeyen ‘hayatı uğrunda ölmek kadar çok sevmek’ sözü. Tuhaf değil mi? Ölüm oruçlarının da temel argümanıydı. Kürt hareketine baktığınız zaman, ölümden sürekli siyasal bir hayat üretme bir mekanizma oluşturabilmişlerdir. Şehadetler üzerinden, ölüler etrafında gerçekleştirilen başka bir geniş bir sembolik, siyasal tahayyül ortaya çıkarmışlar. En kaba hatlarıyla ifade edersek, biyolojik ölümün anlamını değiştirdiler. Artık Kürdistan’da biyolojik ölüm mutlak bir son değil.
- Rênas Cûdî, Yeni Özgür Politika’da, yeni-sömürgecilik bağlamında bir yazı kaleme aldı ve devletin artık Kürt’ün ‘nasıl yaşaması’ gerektiğine değil, ‘nasıl ölmesi’ gerektiğine odaklandığına işaret ediyor. Bu tartışmayı farklı boyutlarda sürdürmesinin yararlı olacağını düşünüyorum. Sizin bu konuda katkılarınız ne olur?
Yazıyı da okudum ve okunması gerektiğini düşünüyorum. Bir ülkede, iktidarı anlamak için çok etkin yollardan bir tanesi, insanların nasıl öldüğüne bakmaktır. Kürt’ün nasıl öldüğüne bakarsanız, sadece bir hak ihlali değil, çok karmaşık bir siyasal durum görürsünüz. Kanaatimce, devletin Kürtlerin bedenlerine bu kadar çok saldırmasının sebebi, egemenlik arzusudur. Egemenlik de toprak ve ölüm üzerinde hâkimiyettir. Devletin, Kürtleri öldürme şekli aslında Kürt meselesinin de bir ifadesidir.
Ben şöyle formüle etmiştim; Türkiye’de ya da Orta Doğu’da, Kürtlerin insan gibi yaşayamama sorunu kadar, belki ondan daha önemli ve asal olarak Kürtlerin insan gibi ölememesi söz konusudur. Parçalanan cenazelere baktığımız zaman, sokak ortalarında bekletilen, buzdolaplarına konulan, yakın dönemde Cemile’nin, Taybet İnan’ın… Doksanlar var, öncesi var, Şeyh Sait var… Elinizde ne varsa, onunla ulusal tahayyülünüzü kurarsınız. Kürtlerin ulusal tahayyülünü oluşturan ana dönüm noktalarının hepsi, katliamlarla ve cenazelerle ilgilidir. Halepçe, Dersim, 1925… Yakın dönemde Rojava, Kobanê… Yakılan köyler, cenazesi olmayanlar… Ölümün çok sert ve merkez olduğu bir siyasal tahayyülden bahsediyoruz.
Ruhlarla savaşıp kazanan olmadı
Ölüm alanı, egemenlik ve kimlik tartışması için merkezidir. Basitçe, “insan hak ihlali”, “vicdansızlık”, “ahlaksızlık” ötesinde düşünmek lazım. Bunlar insanların vicdanına, moral değerlerine, ahlaki değerlerine yapılan çağrılardır. Fakat ölüm meselesi, reel olarak Kürdistan-Türkiye ilişkilerinin merkezine oturtulmalı. Böyle düşünülmeli. Çünkü egemenlik, kimlik, belirli bir mekan, toprak diyoruz. Bütün bunlar üzerindeki kavgaların en somutlaşmış halidir.
Cenazelere ve mezarlara saldırmak, mekândan ve zamandan silme çabasıdır. Ama ölümde öyle bir şeydir işte, bir insanın ruhu bedeninden ayrıldığı zaman, bedene her türlü hakareti yapabiliyorsunuz ama şu ana kadar ruhlarla savaşıp, kazanan hiçbir iktidar olmamıştır.
Siyaseti hayata dair kurgulamak isteriz
Biz siyaseti, hayata dair kurgulamak istiyoruz. Kürt bir entelektüel ve siyasetçi olarak, Kürtlere ölüm dışında başka yerleri anlatmak isterim. Kürt meselesinde, ölüme sebebiyet veren çatışmanın ardında tartışabilmenin zeminini yakalayabilirsek, ölümle ve yaşamla yeniden ilişkilenme şansımız olabilir. Siyaset olarak yaptığımız şey de mümkün olduğunca, ölümlerin olmaması ve bunun için mücadele etmektir. Umarım yaşamı çoğaltabiliriz, ölümden yaşam üretme durumunda kalmayız.
Kürtler ölülerine yer bulmak zorunda
Kürtler, ölülerine bir yer bulmak zorundalar. Benim şahsi kanaatim, Kürtler zerre kadar bu konuda geri adım atmazlar. Atmaları, yok oluşları demektir. Yapılanlar, Kürtleri, ölüleriyle birlikte dehumanize etme, insanlık kategorisinden çıkarma girişimidir ve çok köklüdür. Öyle basit bir insan hakkı ihlali değildir. Onur, haysiyet, şeref gibi geleneksel kodlarıyla söylemiyorum, Kürtler bir şekilde ölülere bir yer bulamadıkça, arafta kalmaya devam edecektir. Hiç kimsenin buna hakkı yoktur. Bunu, ahlaki, vicdani terimlerle konuşmak istemiyorum. Öyle bir nokta sapmadır. Bu işin kökü vardır ve bu coğrafyada kimin egemen olacağıyla, hangi ulusal kimliğin arzularına göre zamanın ve mekânın örgütleneceğiyle ilgili bir durumdur. Kürtleri, ölülerine bir yer bulmasından mahrum ederseniz, Kürtlerle eşit bir ilişki de kuramazsınız. İleride olabilecek bir barışın imkanını da ortadan kaldırırsınız. Kürtler bir barış için kendi ölülerinden vazgeçmeyecekler. Barış dediğimiz, umudunu kurduğumuz o dünyanın içerisinde, ölülerine de bir yer bulmak zorundalar.
HABER MERKEZİ