Güneş fazla yakıyordu. Bir dizi duvar kenarında arabayı güneşe teslim ettik. Duvarın bir yeri açıktı, içeriye daldık. Deniz kıyısından 120 metre yüksekte olmanın da etkisiyle bizi gölge serinliği karşıladı. Önce hafif serinliğin keyfini çıkarttık, ancak bu kısa sürdü. Daha güzel sürprizler bekliyordu bizi.
Eski olduğu her halinden belli taş yol, genişliği yer yer bir metreye inen sokak boyunca bize eşlik etti. Aynı taş, aynı su olukları, aynı özenli kapılar… Bütün bu tekrarlar bir tek şeyi işaret ediyordu: Hayat. Eskisi, şimdisi ve geleceğiyle. Gelecek deyince nurlu, hızlı, pazarlamalı, dronlu, led ışıklı, klimalı, camekanlı, yapay zekalı, androidli değil. Şu bulunduğumuz an ile 1200’lü yıllarda yani orta çağda inşa edilen, nüfusu 430 kişiyle sınırlı bu yerleşim yeri gelecekte de yağan yağmurda aynı şekilde ıslanacak, güneş girmeye fırsat kolladığı serin sokakları hevesi kırılarak seğirtecek. Birkaç yüz metrekareyi geçmeyen köy meydanında biz turistleri saymazsak altı-yedi masada aynı genç kahkahalar, aynı yaşlılar aynı incir ağacından toplanmış incirleri soyup yiyecekler. Hep öyleydi. Hep öyle olacak.
Sıkıcı mı? Bir kez daha düşünün… Meydanın tek lokantası fırında oğlak yapmış bugün. Ya da birkaç yüz yıl önce…
Kios Adası’nın güneyinde (bizde adı Sakız), merkezden 30 kilometre uzakta, Bizans döneminden kalma bir köy burası. Adı Mesta. Mesta Slovakça’da şehir demekmiş. Köyün meydanına neredeyse bütün sokaklar çıkıyor. Köye giriş ise 800 küsur yıldır aynı iki kapıdan geçerek mümkün. Birbirine bitişik sıra sıra evlerin kapıları daracık sokaklara açılıyor. Sokaklara bakan camların sonradan eklendiği belli oluyor. Barış döneminde eklenmiş olmalı. Hangi barış, söylemesi zor. Zira bu dünya bir sarkacın hareketi gibi; bir savaş, bir barış, sonra bir daha savaş, barış. Mesta köyünün bir kaleyi andıran yapısı korsanların zamansız saldırılarından korunmak için. Böyle kaç nesil gelmiş, geçmiş olmalı. İncir ağacının dili olsa söyler. Ayrıca Osmanlı’nın istilasını da söyler.
Sokakların darlığı orta çağ Paris’i gibi. Sadece insanlar yürüsün, gideceği yere varsın diye. Gezinsin diye değil. Gezinme sadece doğada yürüyüşle sınırlı. Bu dar sokaklara sosyal hareketlilik evinde ürettiği bir ihtiyaç ürünün fazlasını takas edebilmesi için kapının yanına açtığı pencere deliğine o ürünü koymasıyla başlıyor. Yoldan geçen birinin dikkatini çekmesi ile bir ihtiyaç gideriliyor. Onun da evinde kendi ürettiği ürünün fazlası var, takas ihtimali olabilir. Bu, vitrinin tarihçesidir. Aynı zamanda pencere açarak hareketlendirilen duvar yaratımıyla seyretme eyleminin doğumuna ve nerelere vardığına dair bir düşünce size.
Mesta’ya dönelim, biz.
Neredeyse her kapının üstünde, küçük bir tabelada restorasyon tarihi yazıyor. Arada restore edildiği halde içinde yaşam olmayan evlerin önünden geçsek bile çoğunun içinde yaşam olduğunu dar sokağa konmuş mütevazı iskemle üstünde oturan, kocasının öldüğü günden itibaren siyahlar giymiş yaşlı kadınları görünce anlıyoruz. Açık kapıdan temizlik kokusu geliyor, kadınlar güleç yüzleriyle selamlıyor bizi.
Mesta, orada bulunduğumuz süre boyunca bize aracısız, dayanışmalı bir hayat gösterdi. Cam kulelerde oturup, ihtiyaç fazlasını tüketmenin dayanılmaz hafifliği içinde kendi korsanlarımıza döndük.
Tüm engellere rağmen toplum kendi yolunu belirler. Sonuçta hepimiz kendi deneyimlerimizin yorumcularıyız.