Gönlümüzden geçen her neyse bir yol açar önümüzde. Sonra artık o yolun yolcusu oluveririz. Bol hüzün, bolca keder, biraz neşe, az biraz umut ve daha bir sürü şeylerle devam etmeyi öğreniriz. Zaten biz bildiklerimizin ve bilemediklerimizin peşinden gidenleriz. Bir anın mutluluğu yıllar süren bir hatır için ve beklenen müjde bir gün kulağımıza fısıldanacak diye bir efsane için. Ömürdür, bir yolda sürüp bitendir.
Hayıflandığımız gerçekler, hatırası varsa haritası da vardır dediğimiz mümkünler, sırrına kadem bastıramadığımız tarihler, hepsine de tebelleş olabiliriz çünkü biz bunlara mecbur büyüdük ve öyle yaşadık. Bazen neyin hamalı olduğumuzu ve neyin kovalayıcısı olduğumuzu unutuyoruz. Yüzleşmek, tanımlamak berhava ediliyor kendi dilimizle. Halbuki sonumuz aynı olmayacaktı diye bir yemin, bir şarkımız vardı kimsenin değiştiremeyeceği.
Bir cümleyi düşünüyorum, cümle alemi telef de edebileceğim telafi de edebileceğim bir cümle. Yazsam mı yaşasam mı dediğim, kendimi sorguya çektiğim, hizaya aldığım meşhur olmayan bir cümle. Orada kalır insan, kararsız kalır. Geçmişe bakıp geleceği düşünerek, düşleyerek bir girdabın içine veya kör bir kuyunun dibine, belki de bir gündoğumuna varabilir insan.
Bütün tesadüflerde telaş var, tereddüt çıkıp gelebilir, temkinli yaklaşmak gerekebilir. Yani aslında insan her şeyi karşılamaya ve karşısında durmaya namzet sayabilir kendini. Saymakla bitmeyen günler, zannetmekle sınanan gerçekler, sanmakla bıktıran ihtimaller. Hepsi de birleşip birleşip dağılıyor ve dağıtıyor bizi kendimizden.
Yol açanları gördük, açtıkları yolda yürümeye hayran kaldık ve şükrettik. Dedik budur hayatımızı adamaya mecbur kaldığımız, gerekirse harcayacağımız. Buna inandık, belki kandık ama kandırıldığımızı bir an bile düşünmedik. Bedel nedir, nerede verilir, kime veya neye feda edilir, öğrendik de bugüne vardık.
Rehin verdiğimiz çokça şey, kurtaracağımızı sandığımız onca şey, bize ve bizimle kaldı. Özgürlük tam da burada sorguya alındı ve orada kalakaldı. Üzdüğümüz, küstüğümüz ne varsa omzumuzda kaldı. Belki bir buse, belki bir sarılma, belki el ele tutuşma, belki de kol kola girme ihtimaliyle sınanmaya kaldık. Sıkıldığımız ne kaldıysa baş başa bir münakaşaya vardık.
Değişen dünyada kendimizi değiştirerek bir şeyi değiştirme cüreti hayata ve çağa bol ve boş geldi. Düştük sonra boşluklara, boşluklar aramaya. Yandığımız yangınların külüne rast geldik. İnsan düştüğü yeri görebilmeli ve yandığı yeri bilmeli diye bir şerh konulmalı yaşamın sonuna dedik. Dediklerimizin ağırlığını hesaba katmadığımızı sonradan gördük.
Bir renk bulunmalı, her rengi hatırlatacak ve sonra unutturacak. Ekmek gibi, su gibi, hava gibi elzem ve hayati. Ölümlerden ölüm beğenmek değil, hayatı ölü bir yerden çıkarıp daha bir hayat yapmak için. Ne gerekiyorsa, nerede olunacaksa, nereye varılacaksa hepsi o son an içindir dedik ve geldik.
Serin bir çocukluk, sıcak bir aşk, huzurlu bir ev, mutlu bir dünya diye diye sayıklamak ve buz gibi bir duvara bakmak, acılardan acılar beğenmek, sonlardan sonlar seçmeye zorlanmak. Yol dedik, tüm yolları yitirdik ve bir uçurumun başında bulduk kendimizi. Gitmek ve vazgeçmek ikileminde başımızı sallayıp duruyoruz. Aşağıda toprak, yukarıda gökyüzü, ikisine de yetmiyor yaşamımız ve yaşadıklarımız. Bir adım, son adımla başlayabilir bir yerde, belki.
Haftanın kitap önerisi: Paul Verhaeghe, Yalnızlık Zamanında Aşk / Çeviri: Pınar Garan, Axis Yayınları