Resim sanatını sever misiniz? Cevabınız evetse, ikinci soruya geçelim: Hilma af Klint’i duymuş muydunuz? Hayır demekten mahcubiyet duymanıza gerek yok. Öte yandan Kandinsky veya Mondrian’ı duymamış olmanız çok düşük ihtimal. Birazcık sanat terbiyesi almış herkes, bu iki ressamın sadece isimlerini bilmekle kalmaz, işlerini de görünce hemen tanır. Batı dünyasında soyut sanat ve avant-gard deyince ilk akla gelen isimler bunlar.
Gelgelelim onlardan birkaç sene önce doğmuş olan İsveçli ressam Hilma af Klint’in adını duymak için ya onun hakkında yapılmış bir belgesel* izlemiş olmak ya da ona özel ilgi duyup sanatının izini sürmüş bir yazıya denk gelmek gerekir. Adını andığımız bu üç sanatçı, 1860’lar civarında doğmuş, muhtemelen hiç karşılaşmamış ve aynı sene içinde (1944’te) ölmüş. En gençleri Piet Mondrian Paris’e taşınarak avant-garde resmin öncüleri arasına katılmaya hazırlanırken, Wassily Kandinsky ise tarihteki ilk soyut eseri 1911’de kendisinin yaptığını iddia ederek kabul görürken, Hilma Af Klint bundan beş sene önce 1906’da çoktan soyut tablolar yapmaya başlamıştır bile. Kadın olmanın boynuna yüklediği sorumluluklara rağmen hayli üretken bir ressamdı. (Erkek sanatçılar için söz konusu olamayacak bir kaderi paylaşmış, son yıllarını görme yetisini kaybeden annesine bakmakla geçirmişti. Aklıma hemen, Arap sinemasının en aranan kurgucularından biriyken, hem çocuğuna hem de Alzheimer olan annesine bakmak için kariyerine ara veren, sonra da sinema tarihinin en güzel filmlerinden birini yazıp yöneten Tunuslu sinemacı Moufida Tlatli geliyor.**)
Af Klint 1944’te öldüğünde geriye 1300’den fazla resim, 125 kadar not defteri bırakmış, daha çok figüratif ve manzara resimleri ile tanınmış, hayattayken bunları sergilemiş, soyut işlerinin ise ancak ölümünden 20 yıl sonra sergilenmesini vasiyet etmişti. İnsanların bu tarz resimler görmeye henüz hazır olmadığını düşünmüştü çünkü.
Ne var ki Af Klint’in gelecek öngörüsü epey iyimser çıkacak, resimlerin değerinin anlaşılması için daha uzun yıllar gerekecekti. 1986’da Los Angeles’ta düzenlenen bir sergide adı duyulmaya başlanacak, fakat mesela 2012’de New York’un meşhur müzesi MoMA “Inventing Abstraction 1910-1925” başlıklı şaşaalı bir sergi açtığında Af Klint’in adını bile anmayacaktı.
H. Gombrich’in yazdığı, hepimizin başucu kitabı “Sanatın Öyküsü”nde, tahmin edin, kaç kadın sanatçıya yer verilmiştir? Sanat tarihçisi Katy Hessel bizim için incelemiş ve 1950 tarihli ilk baskısında 0 (yazıyla sıfır), 16. baskısında ise sadece bir kadın sanatçının adına rastlamış bu hacimli kanonik kitapta.
Sanat uzmanlarının meşhur erkek ressamların işlerine ne kadar vakıf olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Geçenlerde Mondrian’ın bir tablosunun 75 yıldır müzelerde ters asıldığı, hiç kimsenin bugüne kadar bunu farketmediği çıktı ortaya. Daha komiği, çerçeveyi düzeltmenin tabloya zarar vereceği endişesiyle bu şekilde asılı kalmasına karar verildi. Mona Lisa’nın tepetaklak sergilendiğini ve bundan kimsenin rahatsız olmadığını düşünün!
Ha bu arada, “soyut sanat” denen şeyin yerli halkların, diyelim Avustralyalı aborjinlerin sanatında ne zamandan beri varolageldiği konusuna girmiyoruz bile. Batı merkezli sanat tarihi, kendi coğrafyasından çıkan sanatçıları değerlendirmek konusunda bu kadar ‘adil’ olabiliyorsa, dünyanın geri kalanına hangi çarpık teraziyle bakıyor, orasını varın siz kestirin. Kısacası sanatın yazılı tarihi sadece patriyarkal değil, aynı zamanda beyaz ve kolonyal bir resmi tarih. Sadece kadınları değil siyah, yerli, üçüncü dünyalı sanatçıları da ısrarla görmezden gelmiş eksik bir tarih.
(*) Bkz. Halina Dyrschka’nın yönettiği “Beyond the Visible – Hilma af Klint” (2019) adlı belgesel.
(**) https://altyazi.net/yazilar/anisina/moufida-tlatlinin-ardindan-sessiz-kadinlarin-sinemacisi/