Seyrek olur, dünyanın kalbi çatırdar. Her şey tutulduğuna asılı kalır, bir o gider. Toprak, buzulların soğukluğu; buzul dağlar, aysız gece boşluğu. En son giden için yalnızca son meşe yaprağı tutuşur. Dilsiz bir ağıt, hıçkırığını geri vermeyen sessiz adlar, kimsesiz yankılar. Kendini kelimelerine oyan, kımıldayan, yanıp sönen, havalanıp düşen yaprak külleri. Dönüşünü unutur bir an dünya, gökte unutkanlığına gelir güneş. Suskunluğuna varmış fırtınalar, yarılmış zaman içinde. Donup kalmış resimlerdeki gibi kalakalır yangın ve deniz. Dalayan nemli elmaslarda gözyaşlarına kurumuş taşıl gözler, solmuş rengine eğilip kalan güller.
Seyrek olur, dünyanın yüreği çatlar. İlktir ürpertisizliği zincirlerin, müziğine boğulmuşluğu durgun ve karanlık nehirlerin. Bir an, yalnızca bir an için olduğu yerde ve olduğuyla kalır her şey, bir o gider. Arka ayaklarının eşelediği kara bulutlar üstünde, ön ayakları yıldızlar küreyen beyaz atlar yelesinde. Oyduğu kayanın içinde dinlenen bir yağmur suyu sükuneti, ağızsız ve dilsiz içmeye eğilen milyonlarca mavi gözyaşı. Ki, serptiği kristal soğukluğa, yüzünün canlı çizgilerini işleyen. Kendinden başka bir şey gibi kalır bir an, ağlayan çocuk yüzünün büyüdüğü bir heykel incinmişliği orman. İnlemeyi unutur toprak, sallanan son dalganın kıvrımına ölü kalır deniz.
Bir kez olur, yeryüzünün kalbi dört çağına parçalanır. Her şey olmadığıyla kalır, kendisi kalan bir o gider. Atlar bulutları, bulutlar yanmış otları dişlerken donup kalır her şey bir an. Esmer bir çöle tutulur masmavi deniz, buzların maviliğine erişir kızıl çöller. Saplanıp kalmış belirsiz anılar gibi durup bakar her şey, aynı şişeye dökülen esir kum tanelerinin soğurduğu hep aynı soğuk ışıklar gibi. Gözlerine mil çekilmiş bir sözcüğün kanayan çığlığı, daha çok şeydir halbuki kendi acısından: Bir kelebeğin havalanmasını, bir karıncanın yükünü, kayalıklara kök salan bitkinin düşünü, gülümseyen bir çocuğun soluğunu dile getirir. Şiire varamayan düşüncenin, ışığı bulamayan bir şiirin kendi boşluğuna kaskatı kesilmesi, gidenin ardında bıraktığı yeryüzü. Kulağına kurşun dökülen duygu, fazlasıdır aslında kendi sağırlığından; çağların ötesinden, çığların başlangıcından acılar duyurur. Bizi terk eden bizden götürür, günbatımı güzelliğini de tanyeri kızıllığını da.
Hiç işitilmez bir kez olur, dünyanın gözleri patlar. Her şey karanlığına kalır, zamanı başlangıcında gören bir o gider. Bir an, yalnızca bir an kayalıklara işleyen kan damlaları gibi kuruyup solar yer ve gök. Ne hayat ne ölüm eşlik eder ağırlığına. Ne soğuk ne sıcak, ne aydınlık ne karanlık. İçe işleyen derinlikler, sonsuzluğa açılan boşluklar. Konuşmayan ve susmayan. Her şeyi ve hiçbir şeyi söyleyen. Kar, ölü bir yüzün göçmüşlüğü o an; yağmur, yanmış ağaçların göğe saplı kalan dalları. Kendinden fazla bir şeydi oysa kanat çırpması bir kuşun; tüyleri incilerin soyundan, kanatları gökyakut ışıklar yangınından: Kaybolmayan bir sesi söylerdi, yıkık anayurdunun göçük hüznünü, yitik renklerini.
Hissedilmez yalnızca bir kez kan tutar, yüreğinden yarılır dünya. Her şey yaşar gibi donup kalır, ölmüş gibi bir o el sallayarak gider. Bir an, yalnızca bir an sessizce yeşerir yapraklar, köklerinin kurumuş dili dolaşırken onun kanıyla doyurduğu toprak altında. Giden bizden götürür derin iç çekişini gecenin, ışığın bir çiy damlasıyla gözlerini açtığı çimlerin şafak uyanışını. Kıpırdamayan bir sarkaç, durmuş bir saat, sönmeden ama yanmadan kalan güneş, varlığına da yokluğuna da bilgisiz bırakan zaman. Çöl, soğukluğunu vermeyen buz mavisi; deniz, çoraklığına kavurmayan ağıt sarısı. Bir an, yalnızca bir an için her şey hiçbir şey, bir olmamışlık, duygusuz durulmuşluğu bir boşluk yankısı. Bir gözyaşı oysa daha fazlasıydı kendi dökülüşünden; vadilerin uğultusunu, dağların rüzgarını, insanın kokusunu, çağlayanların uykusuzluğunu söylerdi. Seyrek olurdu ve kimseler bilmezdi; gidenin, bütün çağları dolaşan ölümsüz ruhu döner, sadece bir kez dokunurdu. Donmuş olan çözülsün, yanmış olan yeniden yeşersin diye yalnızca bir kez gelirdi, sıcak kanında yoğurduğu soğuk küllerinden sunmak için.