ayşe düzkan
margaret thatcher 1979 yılında britanya’nın başbakanlığına seçildi, 20. yüzyılda ülkeyi en uzun süre yöneten o oldu, demir leydi olarak anıldı. politikaları işçi sınıfına büyük zarar verdi, irlanda özgürlük hareketine karşı çok sert politikalar izledi, bobby sands ve arkadaşlarının açlık grevi de onun döneminde gerçekleşti.
o yıllarda feministler, bir kadının -kraliçe de hesaba katılırsa iki kadının- ülkeyi yönetmesine olumlu bir anlam atfetmedi.
tansu çiller 1991’de milletvekili, 1993’te başbakan oldu. siyasette thatcher gibi adım adım yükselmemişti, kendi iradesiyle hareket ettiği de şüpheli, daha ziyade o dönemdeki devlet politikalarının bir aparatı olmuştu. yönetimi sırasında, köyler boşaltıldı, insanlar öldürüldü. onun yönetimde olduğu yıllar feminizmin türkiye’de yükseldiği dönemdi ve çiller feministlerden destek görmediği gibi onun temsilcisi olduğu politikalara, kürt hareketi yani doğrudan muhatapları dışında ilk tepki gösterenlerin başında feministler geliyordu.
keşke böyle olmasaydı
evet, böyle düşünen birçok feminizm düşmanı var, görmemek mümkün değil. gerçeğin önemsiz olduğu bir zamandayız, o yüzden feminizmin gerçeğiyle değil kendi tanımladıkları feminizmle mücade etmeleri mümkün oluyor. ama yine de gerçeği anlatacağız.
feminizm her kadının patriyarkanın sonucu olan sömürü ve baskıdan nasibini aldığını görür ama bu, her bilinçten ve siyasal görüşten kadını yol arkadaşı saydığı anlamına gelmez.
kadınlara siyasetin kapalı olduğunu, siyaset alanında yükselmenin kadınlar için kolay olmadığını biliyoruz, bu engellerin, hdp ve onu önceleyen partilerdeki kadınların mücadelesiyle, o partilerin politikalarının sahaya ve meclise yansımasıyla zayıfladığını da görüyoruz. kadınların temsilini ele alan partiler sadece bunlar değil tabii ama kitleselleşebilen, mecliste temsilcisi olan partiler hdp ve onun öncülleri oldu. ki bu da, en geniş anlamıyla kadın hareketinin mücadelesi ve kazanımı.
ancak kadınların temsil mekanizmalarında yer alması, kadınların siyasal temsili anlamına gelmiyor. nasıl ki meclise giren eski sendikacılar her zaman ve her durumda işçi sınıfını temsil etmiyorlar ve sayılarından bağımsız olarak sınıf için önemli bir değişim sağlayamıyorlarsa, siyasette yükselmiş kadınlar da her zaman kadınları temsil etmiyor, kadın özgürlüğü ve eşitlik açısından bir anlam ifade etmiyor. siyasal temsil programla ilgili bir mesele.
bu yazıya ilham verenin sera kadıgil’in meral akşener’le ilgili sözleri olduğunu tahmin etmişsinizdir. bu sözlerin, kendisi, partisi ve kadın hareketi için talihsiz olduğu, o feminizm adına konuşmasa da, feminizm düşmanlarının onun bu sözlerini feminizme monte etmeye çalıştığı, bir sürü gereksiz polemik yaşandığı ortada. parlamenter siyasetin itiş kakışı dışında gelişip serpilen ve anaakım medyada hatta iktidar karşıtlığıyla yetinen muhalif medyada kendisine yer bulmayan kadın kurtuluş hareketinin çizgisinin, yaklaşımlarının, tıpkı işçi sınıfı hareketi gibi, ancak belli bir yoğunlaşma ve emekle kavranılabilmesi mümkün. bu çabayı dostlarımızdan beklemek hakkımız.
meral akşener’in varlığının kadınlar için bir anlamı var mı?
onun güçlendiği ortamın adının “ülkücü camia” olmadığını, “ülkücülüğün” bir fikir akımı gibi tanımlanmasının güncel siyaset açısından da çok yanlış olduğunu, faşistin adını koyamazsak, binbir ayrı örgütlenmeyle karşımıza çıkacağını hatırlatmak isterim. nitekim, aynı kökten üç parti, biri iktidarda, biri muhalefet “masa”sında, bir diğeri de onlara da alternatif olarak karşımızda! ama “ülkücülük”, düşünsel bir kökten öte, devlet adına işlenen suçları örgütleyen mekanizmanın temsilciliğiyle de ilgili ve hazırcevaplığına pekçok kez şahit olduğumuz kadıgil bunları münasip bir dille ifade edecek kıvraklığa sahip bence.
diğer yandan, tıpkı özellikle abd’de olduğu gibi, türkiye’de de bir sağ kanat feminizmi örgütleniyor. bu, feminizmin itibarından yararlanma ve aynı zamanda bu güçlü hareketi yolundan saptırma yönünde -beyhude- çabalara işaret ediyor.
o yüzden, bir kere daha hatırlatayım; meral akşener patriyarkanın mağduru olmuştur tabii, tayyip erdoğan’ın “gelin hanım”lı ifadeleri aklıma gelen bir örnek. ama kendisinin de kendini “rize’nin gelini” olarak tanımladığını hatırlıyorum. bizim kız kardeşlerimiz bu türden baskılarla mücadele etmek için de dayanışmayı, özgürlükçü, eşitlikçi bakış açısını seçen, en azından başka kadınlara el uzatan yol arkadaşlarımız; erkekleşmeyi, erkek egemen siyasetin yöntemlerini tercih edenler, çevresinde kadın bulunmayanlar değil.
kadın özgürlüğü hareketinin yükselişi egemen siyaseti etkiledi. bu kimi zaman istanbul sözleşmesi’ne geri dönülmesini programa almak gibi olumlu sonuçlar doğuruyor ama bazen de kadınları vitrine koymak gibi taktiklere yol açıyor. kadınlar vitrinde yer almayı kabul etmemeli, zaten demokratik siyasette vitrin olmaz! hem halk kitlelerine ulaşan bir siyaset için popülist stratejilerin gerekmediğini feministler kanıtladı, değil mi.